31 Ağustos 2020 Pazartesi

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN


        Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.

        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.

        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.

        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.

        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.

        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.

        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.

        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.

        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.

        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.

        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.

        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.

        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.

        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  

        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;

        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.

        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.

        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.

        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.

        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.

                                                                                                                                                     

                                                             Nejdet Şahin                                    

                                                 25Aralık2010 cumartesi

 

 

10 Ağustos 2020 Pazartesi

VELAYET ELÇİSİ HACI ÖMER LÜTFİ HZ.LERİ

 Kosova Devletinin Prizren şehrinde ikamet eden Mesleki Resulü Melami hizmetkârı,Mürşidi kâmil Abdullah RAHTE Efendinin biricik evlâdı, kızımız Maide RAHTE hanımefendiye yadigârdır


Yüce yaratıcı olan Allah, yarattığı insanları resulleri/elçileri vasıtasıyla uyararak onlara neyin doğru ve faydalı, neyin yanlış ve zararlı olduğunu öğretir. Her kim bu elçilerin tebliğine inanarak itaat ederse o kimse, dünya ahiret ebedi huzur ve felaha kavuşur. Çünkü Hz. Muhammed (sav) “huzur ve mutluluk İslam’dadır” buyurmuşlardır. Ki insanlara faydalı olmak için tebliğ ve irşatta bulunan bu elçilerin bir kısmıpeygamber, diğerleri veli olmakla iki kısımdır.

Peygamber elçiler; insanı kâmil arasından Allah tarafından seçilirler ve peygamberlere Cebrail meleği tarafından vahiy gelir. Ki gelen vahiy doğrultusunda peygamberler insanlığı aydınlatırlar. Kurandaki “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o nebilerin/peygamberlerin sonuncusudur…”(Ahzab-40) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed, insanlığa gelen peygamberlerin sonuncusu olup onun şahsında inzal olan kuran ve İslâm dini, kıyamet kopuncaya kadar yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş ve gelecek tüm insanlığa hitap eder. Bu itibarla her insan dünya ahiret ebedi mutluluk huzur ve felahı için,Hz. Muhammed’e vahiy olunan kuran ve İslam dini irşadı aydınlığına muhtaçtır.

Veli elçiler;Velayet tebliğ ve irşadıyla insanlığı aydınlatarak hizmet ederler ki, bu Veli’leri ifadeyle kuranda “Gözünüzü açın Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur onlar mahzun olmayacaklardır da.” (Yunus-62)buyrulur. Veli; kelime anlamı itibarıyla dost ve sığınılacak kimse anlamında olup İnsanı kâmil Veliler, Hz. Muhammed’e vahiy olunan İslam dininin zahiri olan şeriatına ve batını olan tarikat, hakikat ve marifet ilimlerine vakıf ve mazhar olurlar. Ve bu mazhariyetleriyle insanlığa Resulullah Efendimizin kulluğunu tebliğ ederek müminlerin, Muhammed-i kulluk ile Muhammed çe yaşamalarının irşadını yaparlar.

Velayet irşadı yapan insanı kâmile, mürşidi kâmil denir ki mürşidi kâmil; bu irşat faaliyetlerinde asla ve kat’a kuran haricine çıkmayan kuran müminidir. Yüce yaratıcı olan Allah; “Cinleri ve İnsanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56) buyurur ki, sahabe İbni Abbas (ra) bu ayetteki kulluğu ‘Arifibillâh ve ehli tevhit olmaktır’ diye tefsir etmiştir (yorumlamıştır). Hacı Kâmil Tosko Hz.leri ise; Bu ayette bahsedilen kullukta “ameli Salih, yakaza ve tevhidi mabut olmakla üç hikmet vardır.” buyurmuştur.

Ameli Salih hikmeti;Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmek olup rabbimizin,yapın ve yapmayın dediği güzel işleri yapmaktır.
Yakaza hikmeti;ameli Salih’le beraber, yani Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle itaat edenkulun kalbinin, zikri daim ile uyanmasıdır.
Tevhidi mabut hikmeti ise; Allah’ın emir ve yasaklarına itaat ve zikri daim ile uyanık olankulun, tevhit makamları keşfi irfanıyla bu âlemde rabbine kavuşup, rabbin katına yükselmesidir.

        Gerek İbn-i Abbas (ra)gerekse Hacı Kâmil ToskoHazeratlarının bu beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, insanın yaratılışının yüce amacı yeryüzü olan bu imtihan âleminde rabbine arif olup rabbine kavuşmasıdır. İşte bir kulun bu yüce hedefe erişip ulaşabilmesi ancak, zamanın velayet irşadı yapan mürşidi kâmilinin tebliğ ve irşadı ile mümkündür. Bunu ifadeyleKuran’da “…eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun.” (Nahl-43) “…sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız”(Enbiya-17)buyrulduğu gibi bu konuda Yunus Emre Hz.

Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz
Resulün cemalini göreyim dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz,
der.

Velayet irşadı yapan mürşidi kâmil tüm zamanlarda yeryüzünde var olup kıyamete kadar bu imtihan âleminde, insanların Muhammed-i kullukla yaratılış yüce gayesine erişmelerinintebliğ ve irşat faaliyeti ileyaşar.Ki velayet irşadı yapan zamanın kâmil mürşidinin tebliğ ve irşadı ile aydınlanmayan şeriat ehli bir kimse, işlediği ameli Salih’le yani Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmekle ahirette amel cennetine girerek nefsini o cennetin huri, Gilman, köşk vb. nimetleriyle lezzetlendirse de o kişi, dünya ve ahiret rabbine kavuşamaz, rabbin katına erişmekten ebediyen mahrum olur. Bunu beyanla yüce Allah Kuran’da; “Dünyada ama/kör olan Ahirette de amadır/kördür…”(İsra-72) buyurur.
İşte Hacı Ömer Lütfi Hz.leri, yaşadığı zaman diliminde insanların yaratılış yüce gayesine erişip rabbine kavuşma tebliğ ve irşadı yapmış, velayet elçisi olan mürşidi kâmildir.

Kikendisi zamanında PrizrenMelami tekkesinin şeyhi olarak insanlığı aydınlatmış, bıraktığı eserleri ise günümüzde de insanlığı aydınlattığı gibi kıyamete kadar aydınlatmaya devam edecektir.Hacı Ömer Lütfi,Mesleki resulü Melami piri Seyit Muhammed Nur’ulArabî Hz.nin halifelerindendir. Ki bunu ifadeyle Hacı Ömer Lütfi;

Sensin ashabı dilin müntehabı
Medet ey Hazreti Nur’ulArabî
Sensin ol varisi esrarı nebi
Medet ey Hazreti Nur’ulArabî,
buyurduğu gibi başka bir şiirinde:

Muhammed Nur’a biz bir bende olduk
Gönüldenuru feyzi Hakk’ı bulduk
Şarabı zevki tevhit ile dolduk
Melami’yiz Melami’yiz Melami,
diyor.

Bu ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi Hacı Ömer Lütfi; Pir seyyit Muhammed Nur Hz. ne bağlılığını vemesleki resulü Melami’ye aidiyetini  beyan ediyor.

Pir Seyyit Muhammed Nur Hz.nin şahsında tasnifi (düzenlenmesi) açığa çıkan Melami’lik,bir tarikat yapılanması değildir. Melamilik, Hz. Adem’den (as) kıyamete kadar gelmiş ve gelecek tüm İnsanı kâmil veli’lerin müşterek marifet-i neşesidir. Bu itibarla, yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş geçmiş ve gelecek olan insanı kâmil velilerin tamamıMelami’dirler. Bunu ifadeyle; değişik zamanlardave değişik coğrafyada yaşamış, değişik tarikata mensup olan tüm insanı kâmil velilerin hepsi Melami olduklarını beyan ederler.Mesela;12 inci ve13 üncü yüz yılda yaşayan Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabî Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde;“Melâmîler, bunlara melâmetçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendi de Resulullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bu âlemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” buyurur.

Yine 12 inci yüz yılda yaşamış olan Hoca AhmedYesevi Hz:
Aşk kapısını mevlâm çalınca bana değdi
Toprak eyleyip hazır ol deyip boynumu eğdi
Yağmur gibi Melâmetin oku değdi
Ok saplanıp yürek bağrımı deştim ben işte,
diyor.


13 üncü yüz yılda yaşayan Yunus Emre Hz;
Kanaat hırkası içre
Selamet başını çektim
Melamet gömleğin biçtim
Arif olup giyen gelsin,
der.

15 inci yüzyılda yaşayan Hz. Nesimi;
Ben Melamet Hırkasını
Kendim giydim eynime
Aru namus şişesini
Taşa çaldım kime ne,
buyurduğu gibi.

Yine 15 inci yüzyılda yaşayan Eşref oğlu Rumi Hz;
Melamet yolunu tuttum
Selamet mülküne yettim
Bu aşıklar makamıdır
Komazlar buna ranayı,
ve

“Enelhak” sırrını eylerim faş
Melamet olurum pinhan gerekmez,
demiştir.

16 ıncı yüz yılda yaşayanİsmail Maşuki Hz. ise;
Terk edip namu nişanı giy Melamet hırkasın
Bu Melamet hırkasında nice sultan gizlidir,
diyor.

Yine 16 ıncı yüzyılda yaşayan Fuzuli Hz;
Ey Fuzuli Melamet mülkünün sultanıyım
Berki ahım tac-ı zer simsirişkim tahtı ac,
dediği gibi başka bir beytinde ise;
Ey Fuzuli ben Melamet gevherinin genciyim
Ejderhadır kim yatar çevremde zenciri cünun,
buyurur.

17 inci yüzyılda yaşayan Niyazi Mısri Hz. de;
Ar u namusun bırak şöhret kabasından soyun
Giy Melamet hırkasın kim ol nihan etsin seni,
demiştir.

19 uncu ve 20 inci yüz yılda yaşamış Abdulmalik Hilmi Hz;
Giymişiz çünkü Melami hırkasını hem şalını
Ol hakikat şehridir seyranımız meydanımız,
ve

Bahri aşka daldım türlü gevher aldım
Melamet deryada hayret içre kaldım,
buyurur.

Yirminci yüz yılda yaşamış Hasan Fehmi (TEZDOĞAN) Hz. de
Zümre-i ehli Melamet dersi Hak’tan aldılar
Zevklerine yok nihayet çünkü Hay’dan aldılar,
der.


İşte ancak bazılarını aktarabildiğimiz İnsanı kâmil velilerin bu ve benzeri kıymetli beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi,Hacı Ömer Lütfi Hz.nin mensubu olduğu Melamilik, bir tarikat oluşumu değildir. Melamilik, tüm zamanlarda yeryüzü olan bu imtihan âleminde var olan ve Muhammed-i kullukla rabbin katına ulaşıp rabbine kavuşmayı insanlığa telkin eden,zamanınvelayet elçisiMürşidi kâmilin kimliğidir/hüviyetidir. Bizim açıklamaktan ve ifade etmekten aciz kaldığımız bu hüviyetin kıymet/değer ve mahiyetini ifadeyle mürşidi kâmil Hacı Ömer Lütfi Hz;

Lütfi ihsanı hüdadan olmasınmı müstefid (istifadelenen/faydalanan)
Zübde-i fahri risalettir Melami zümresi.

Buyurmakla Melamilik hüviyetinin/kimliğinin, fahri kâinat efendimiz Hz. Muhammed (sav) ile zahir olan resullüğün/elçiliğin özü olduğunu söylüyor. Yüce rabbimizden bizleri de; Hacı Ömer Lütfi gibi Melamet marifeti neşesiyle gelmiş geçmiş ehli kemâlin ruhaniyet ve himmetine mazhar etmesini ve bizleri de zamanın velayet elçisi olan mürşidi kâmilin tebliği irşadından nasiplenenlerden kılıp, böyle nasiplilerin meclisinden mahrum ve mahcup etmemesini niyaz ederiz. Vesselam.

21Temmuz2014pazartesi
(24Ramazan)
Nejdet ŞAHİN

12 Temmuz 2020 Pazar

KURBAN BAYRAMIN’IN HİKMETİ


Cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi mutlak varlığından var edip yaratan yüce Allah’a hamdolsun. Resulü/elçisi Muhammed’e (S.A.V) ve ehl-i beytine selam olsun. Rabbim bizleri onlardan ayrı kalmaktan muhafaza etsin. Ey mümin kardeşim! “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser-2) ayet hükmünce bayram namazını kılmak ve kurban kesmekle dört gün kutladığımız kurban bayramı,ilmi şeriata göre vacip ve sünnet kabul edilerek kutlanır. Kurban bayramını zahiren kutlamak, hem şahsi hem de sosyal / toplumsal birçok faydalar içerir. Ki bu faydaları, ilmi şeriat âlimleri zahiri yönleriyle izah ederek bizleri aydınlatırlar. Fakat gerek fitre bayramı gerekse kurban bayramı sadece şeriata ait zahiri toplumsal yönü olan ibadetlerden ibaret olmayıp, bu bayramlar İslâm’ın batın/içyüzüyle ilgili olan sayısız leddun-i hikmetler içerir. Ki biz kurban bayramını, islâm’ın batın / iç yönü olan ilmi tarikat, ilmi hakikat ve ilmi marifet ışığında değerlendireceğiz. Buna döre; kurban bayramının ilk gününe “kurban günü,” (yevmi nahr) diğer üç gününe ise “teşrik/doğuş günleri” (eyyamitteşrik) denir. Bayramdan bir önceki güne de, “arefe günü” denir.       
Mümin kardeşim! Kurban; kelime olarak kurbiyet, yakınlık demektir. Ki bu kurbiyet/yakınlık, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbin makamlarına erişen kul’un rabbi ile beka / ebediyet bulmasının yakınlığıdır. Ve bu yakınlığı beyanla; Arefe günü sabah namazı ile başlayıp bayram müddetince her namazla devam edilerek beş gün boyunca; “Allahuekber Allahuekber, lâilâheillallahuvallahuekber, Allahuekber velillâhilhamd” tekbiri getirilir. Ki beş gün getirilen bu tekbirlerin anlamı şöyledir: “Allahuekber Allahuekber;” Mevcut olup gözüken şahadet âleminde Allah ekberdir / büyüktür. Gözükmeyen âlemlerde de Allah, ekberdir/büyüktür. “Lâilâheillallahuvallahuekber; ”Görünen ve görünmeyen tüm âlemlerde ekber/büyük olan Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur. “Allahuekber velillâhilhamd;” Büyük/ekber olup cümle âlemlerde kendisinden başka hiçbir varlık olmayan Allah, hamd edilip öğülmeye yegâne lâyık olandır.” Demektir.
Bu tekbirlerin beş gün müddetince getirilmesinin mana ve hikmeti ise;“Hafa, ruh, nefs, kalpve sır”olan beş manevi vücut mertebeleri zuhurunda rabbinden gayrı görmeyip rabbin bekasına/ebediyetine kavuşan kulun, rabbin müşahedesiyle hemhâlolmasını ifade eder.
Bunu beyanla bir insan, kendinin ve cümle âlemin nispet varlığının fenasına/yokluğuna arif olmakla, kurban bayramı öncesindeki manevi vücudun “Hafa” mertebesinin  remzettiği arefe günü hakikatine ulaşır. Ve arefe gününün hakikatine erişmekle nispet varlığının oluşturduğu gizli şirkten arınan bir kul, manevi vücudun “ruh”tecellisine mazhar olmakla, vahdeti Hakk’ı zahir/apaçık müşahede ederek kurban bayramının birinci gününü ilmi hakikat idrakiyla kutlar. Sonra vahdetin kesretine/çokluğuna terekki edip yükselmekle, manevi vücudun “nefs” tecellisini müşahede marifetiyle bayramın ikinci gününü marifetullah üzere idrak eder. Ki marifetullah idrakine erişen bir kul’a, bayramın üçüncü gününü remzeden“kalp” mertebesinin kapıları açılır. Ve böyle bir kul Hakk’ı mutlak ve mukayyet tecellilerinde müşahede ederek, bayramın dördüncü gününü ifade eden sırf zat “sırrı”na erişir. Böylece,“hafa”nın remzettiği fena/yokluk “arefe’sine” ulaşan bir kul, Hakk’ın “ruh, nefs, kalp ve sır”olan dört beka tecellileri mazhariyetiyle yakınlık/kurban bayramını ebediyen kutlar.
Ey mümin kardeşim! Kurban kesmenin hakikati ise şöyledir; Kurban kesmek kelimesi, yakini / yakınlığı kesmek demektir. Ki bayramın birinci gününü remzeden vahdet-i “Ruh” müşahedesiyle zahirde hep Hakk’a nazar etmek, rabbimizin
“ve kulum bana kendisine farz kıldığım şeyden bana daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşmaz,” (Hadisi kutsi) beyanı gereğince kulun, Hakk’ın farz yakınlığına erişmesidir. İşte kurban kesmenin ledduni hikmeti, kulun eriştiği “farz yakınlık” müşahedesinden kesilerek, bayramın ikinci gününün remzettiği vahdetin kesreti olan“Nefs” mertebesine yükselip, ilmi hakikatten ilmi marifet “doğuşlarına/teşrikine”(yevmi nahr’deneyyamitteşrike) terakki etmesidir. Ve böyle bir marifetullaha yükselip terakki eden kul, vahdetin kesreti/çokluğu olan halk’ı zahirde apaçık müşahedeyle mazhar olduğu marifet zenginliğini, insanlığa infak edip dağıtarak marifetullahın fakirlerini ve muhtaçlarını irşad edip aydınlatır.
Buna göre; İlmi şeriatta kesilen kurban etinin bir kısmı zenginin kendisi tüketip rızıklanması, bir kısmı zenginin yakınlarıyla birlikte tüketip rızıklanması, bir kısmı da muhtaç ve fakir olanların rızıklannması için üçe taksim olunması gibi; Hafa’ın remzettiği yokluk arefe’sinin ve kurban bayramının dört gününü remzeden ruh, nefs, kalp, sır mazhariyetiyle rabbin bekasına (ebediyetine) ulaşan insanı kâmilin, marifet ve kemalât zenginliğinden evvela kendi rızıklanır. İkinci olarak kâmilin yakın çevresi olan meclisi nasiplenip rızıklanır. Üçüncü olarak ise; Marifetullah irşadına muhtaç olan ilim irfan fakir ve fukarası nasiplenip rızıklanır.
Ey mümin kardeşim! Gafil olup ihmâl etme sakın, yeryüzü olan bu imtihan âleminde ne yap ne et, Hakk’a yakınlık/kurban bayramının hakikatinden rızıklanan nasiplilerden ol. Ki o zaman sende, her yerde ve her zamanda rabbin bekası ile zevklenip bayram edersin.Vesselam.
Kurban bayramının ledduni hikmeti yönüyle değerlendirilmesi hatalarıyla beraber tamamlandı. Allah her şeyi en iyi bilendir. Velhamdülillâhirrabbilâlemin.
Nejdet Şahin
11- Ekim 2012
Salihli

17 Mayıs 2020 Pazar

İsmi ne şeker, ne Ramazan olan FİTRE BAYRAMI ve FİTRE sadakasının hikmeti

      Yarattıkları içinde sadece insana Hakk’a vuslat / kavuşma fıtratını lütuf ve ihsan eden Allaha hamdolsun. Resulu Muhammed (sav) ve ehli beyte selam olsun, Rabbim bizleri onların meclisinden mahrum etmesin.  
      Fitre veya fıtır olarak ifade olunan fitre sadakasını vermek, Fitre bayramını idrâk etmek vacip ibadetlerdendir. Fitre sadakasını vermek ve fitre bayramı namazını kılıp bayramı kutlamayı beyanla Cenab-ı Hak Kuran’da; “Nefsini/benliğini temizleyip/arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Rabbini zikretmiş ve namazı kılmıştır o.” (Ala,14-15) buyurur. Ki, bu ayetler fitre sadakası ile temizlenen kulun felâh ve kurtuluşa ulaşma sevinci ile neşelenerek, zikrullah mazhariyetiyle bayram namazını kılmalarını ifade eder.
      Fitre bayramı; Bu yeryüzü âlemine doğmakla/doğuşla alâkalı bir bayram olup, halk arasında şeker ya da Ramazan bayramı olarak adlandırılır. Ki, bu bayramı şeker veya ramazan isimleriyle ifade etmek yanlıştır. Çünkü oruç aylık ibadettir ve ramazan oruç ayıdır. Nasıl ki günün beş vakti ile namaz kayıtlı ise, ömür vakti ile hac kayıtlı ise, yıl vakti ile zekât kayıtlı ise, oruçta Ramazan ayı vakti ile kayıtlı bir ibadettir. Bu sebepten ramazan ayı bayram ayı değil, oruç ayıdır.
      Bu itibarla hicri takvimin on iki ayından birisi olan ramazan ayının girmesi ile gündüz, yani imsak ile iftar arasında özrü olmayan her mümin’in, ister o gün niyet etsin isterse niyet etmesin oruç tutması farzdır. Çünkü ayla kayıtlı olan bir ibadet, günlük niyetlerle sıhhat bulmaz. Yani günlük niyet aylık ibadet olan orucu bağlamadığından, ramazan ayı içerisinde bir mümin eğer özrü olmadan o gün oruç tutmaya niyet etmedim diye yiyip içerse haram işlemiş olur.
      Hicri takvime göre ramazan ayı, arefe günü akşam namazının vaktinin girmesiyle biter. Ve akşam namazıyla yeni ay olan şevval ayına girilir. Bu itibarla eğer bayram ay ismi ile ifade edilecekse, şevval ismi ile ifade etmek icap eder.
Velhasıl, fitre bayramını hemen oruç ayı ramazanın arkasından gelen ayın başında olmasından dolayı Ramazan bayramı, bayramlarda tatlı yenilmesinden dolayı şeker bayramı olarak ifade edilmesi çok ucuz, yüzeysel ve tefekkürden mahrum tutarsız bir anlayıştır. Bu tutarsız anlayış, bayramların ledduni hikmetinden gaflet ve cahil olunmasının beyanıdır.
      Şeriata göre Fitre bayramı, fitre sadakasını verdikten sonra kutlanılan bir bayram olduğu için, fitre sadakasının muhakkak bayram namazından önce verilmesi gerekir. Fitre /  Fıtır, bu yeryüzü âlemine doğup ta hayatta olmak anlamını ifade ettiğinden, fitre hayatta olup yaşayan bir insanın vücudunun sadakasıdır. Bundan dolayı bu yeryüzü âlemine doğan bir günlük bebeğin dahi fitre sadakası verilir. Yani fitre sadakası fakir veya zengin, bu âlemde hayatta olup yaşayan herkesin vermekle yükümlü olduğu vücut varlığının sadakasıdır.                 
      Bazıları, yüzeysel basit ve tefekkürden mahrum bir mukayase ile fitre sadakasını, zekattaki gibi zenginlik sınırına ulaşan zenginler tarafından verilmesi gerektiğini söyleseler de bu doğru değildir. Çünkü bu âleme doğmuş ve bu yeryüzünde yaşayan bir kimsenin, yaşamasının bedeli olan bir sadaka olduğu için fitre, zengin olsun olmasın hayatta olup yaşayan herkes tarafından az veya çok yaşamasının bedeli niyetiyle, nakit veya ayni olarak verilir. Bu sebepten çocukların hatta yeni doğmuş bir günlük bebeğin dahi fitresi verilir. Bu itibarla fitre sadakasının hesaplanması, zekâttaki zenginlik hesabı gibi olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın bir kimseye verdiği vücudunun hacmi ile eş değerdeki bir topraktan elde edilecek arpa, buğday veya üzüm hurma vb. mahsul ile ölçülerek yapılır.
      Mesela, yaklaşık bir insan bedeni kadar topraktan elde edilecek arpa buğday, o zamanın fiyatları ile kaç para ederse o fiyat, o yılın fitre bedeli olur. Ki, bu hesaplamaya göre bir insan vücudu kadar topraktan, yaklaşık 2,9 kg arpa, 1.5 kg buğday, 2.9 kg üzüm ve hurma elde edilebilir kabul edildiği için, bu miktarlardaki arpanın, buğdayın, üzümün, hurmanın vb. mahsulün o zamanın fiyatlarıyla kaç para ederse, bu para arpaya buğdaya vb. mahsule göre verilecek o yılki fitre bedelini oluşturur. Fakat her infakta olduğu gibi bu hesaplamalarla sınırlı kalınmayıp, istenilen oranda daha kıymetli mahsuller ölçü alınarak daha fazla da verilebilir.
      Bu itibarla fitre sadakası; yaşayan bir kulun vücut varlığının sadakası olup, zenginler tarafından fazla fazla verilebildiği gibi, fakir muhtaç olan müminlerin de bir zeytin tanesi de olsa, bir bardak su da olsa fitre niyeti ile muhakkak vermeleri gereken bir sadakadır.
      Buna göre bu sadakayı bayram namazından önce veren zengin veya fakir her mümin, bayram namazını kılarak herkesle bayramlaşarak üç gün bayram neşesi ile tatlı yer tatlı konuşur. Büyüklerin elini öperek onları ziyaret eder, küçüklere bahşişler verilerek büyük küçük cümle müminler bayram sevincini paylaşırlar. Bu sevinci ifadeyle yeni elbiseler giyilerek, şarkıların türkülerin neşeli olanları ve oyun havaları söylenerek oyunlar oynanır. Hatta bazı Türk yurtlarında özellikle Türkistan ana yurdundaki bayram kutlamalarında, cami’lerin mescit’lerin üstüne ve duvarlarına davul zurnalar yerleştirilir. Ve bayram namazı kılındıktan hemen sonra bu davul ve zurnalar eşliğinde tüm cemaat oyun oynayarak camiden çıkarlar. Ve cami avlusunda herkes oyunlar oynayarak bayramın ruhaniyetine uygun kutlamalar yaparak bayramlaşılır. Vesselam.
Buraya kadar bahsettiklerimiz fitre sadakasının ve bayramının şeriat yönüne, yani zahirine ait değerlendirmelerdir.
      Fıtır sadakası ve bayramı, mana yönü ile değerlendirildiğinde ise, birçok hikmetler ve ledduni sırlar içerir: Bunu beyanla Hz. Resulullah (sav) Efendimiz’in İbni Abbas’a “Vücudunu kayırma” demesi üzerine, İbn-i Abbas; “Ya Resûlullah, vücudum kusur mudur?” dedi. Resûlullah Efendimiz de cevaben; “Vücut günahı hiçbir günahla mukayese olunmayan bir günahtır.” buyurmuştur. Ki, bu hadisi şerifte ifade edilen vücut, et ve kemikten ibaret olan insan bedeni değildir. Bu vücut; Kulun cehaletle var olduğunu zannederek kendine nispet ettiği ve gizli şirk olan vücudu varlığıdır. Bunu ifade ile Hz. Resulullah Efendimiz; “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.”  buyurmuştur.
      Buna göre; leddun-i yönüyle fitre sadakası, kulun “vücut günahı” olan “gizli şirk” ten temizlenmesini ve arınmasını ifade eder. Bu sebepten fitre bayramı namazında imamlar Fatiha’dan sonra, zammı süre olarak genellikle “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) ayeti veya benzeri ayetleri okurlar.
      İşte bu temizlik ve arınma, zahiri olarak yani şeriata göre sadaka verilerek yapılır. Ve sadakalar kulun bedenini ve malını temizler, fakat kul’un gizli şirk pisliğini temizleyemez. Bunu beyanla Kuran’da; “…müşrikler pistir…” (Tevbe, 28) buyrulur. Ki Şirk pisliği, aynı zamanda Kuranı Kerim’deki; “Allah kendisine ortak/şirk koşulmasını affetmez” (Nisa-48-116) ifadesinde olduğu gibi, affedilmeyen bir günahtır. Ve affedilmeyen günah olan şirk için yine kuranın “…Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lukman, 13) beyanından anlaşıldığı gibi büyük zulümdür. İşte hiçbir günahla mukayese olunmayan vücut günahı, büyük zulüm, affedilmeyen günah ve pislik olan şirk’ten kulun temizlenip arınmasının çaresi tevhittir. Ve Hadisi şerifte buyrulduğu gibi, nasıl açık ve gizli olmakla şirk iki kısım ise, tevhit te şeriat tevhidi ve tevhidi hakiki olmak üzere iki kısımdır.
      Buna göre şeriat tevhidi, kelimeyi tevhidi kalbi ile tasdik edip dil ile söylemekten ibarettir. Ki bir kimse, La ilahe illallah Muhammeden Resulullah / Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.” kelimesini kalbiyle tasdik edip dili ile söylemekle açık şirkten (müşriklikten) arınır. Ve şeriat tevhidine girerek, gayrı Müslimlikten (İslam dışılıktan) kurtularak, İslam dininin mümini olur. Bunu ifade ile Cenab-ı Hak, Şeriat tevhidinin dışında kalmış olan ehli kitaba, yani Hırıstiyan ve Yahudilere hitaben; “De ki ey ehli kitap sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze/kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi rab’ler edinmeye-lim” (Ali İmran, 64) buyurur ki, bu ayetin muhtevası tevhittir. Çünkü ehli kitap ve müşrikler Hz. Resulullah’a iman etmediklerinden, yani Muhammeden Resulullah- Muhammed Allah’ın elçisidir.” demedikleri için, hatem / son peygamber olan Hz Muhammed’in (sav) tebliğindeki tevhit’ten mahrum kalıp, la ilahe illallah–Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyemiyorlar. Ve onlar Allah’ı beşer’e yani insana benzettiği için, Allah’a açıkça şirk koşuyor ve müşrik oluyorlar. Bunu ifade ile Kuranda; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlarda Mesih, Allah’ın oğludur dediler…” (Tevbe, 30) buyrulur.
      İşte böyle açık şirk ehli olan gayrı Müslim (İslam dışı) müşrikler, “…Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi Rabb’ler edinmeyelim…” (Ali İmran, 64) Kur’an-ı Kerim’in davetine uyarlarsa, onlarda Hz Muhammed’in tebliğine uymuş olup “Lailahe illallah Muhammeden Resulullah” ikrarı ile tevhit dininin mümini olurlar. Ve açık şirkten kurtulup, şeriat’ın tevhidine dâhil olurlar.
      Böyle şeriat tevhidine dâhil olup ta açık şirkten arınan bir kul, gizli şirkten ise kurtulmuş olmaz. Kul’un gizli şirkten kurtulması için, tevhidin hakikatine daim zikir uyanıklığı ve meratibi ilahi olan tevhit makamları müşahedesi ile ulaşması gerekir. Ki, ancak o zaman kul tevhidi hakiki irfanı ile gizli şirk’ten arınıp kurtulur. 
      Vücut günahı olan gizli şirkten kul’u temizleyerek kurtaran tevhidi hakikiyi ifadeyle Hz Peygamber Efendimiz; ''El fakr’u fahri, el fakru fahri, el fakru fahri /  fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” buyurmuştur ki, bu hadisi şerifte beyan edilen fakirlik, mal mülk fakirliği değildir. Çünkü Hz. Resulullah (sav) maddi yönden zengin bir kimse idi ve ticarat yapan bir tüccardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilir mi? Yapamaz. Ayrıca Kuran’da; “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) beyanı vardır. Pir Seyit Muhammed Nur Hz; “Resulullah efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır.” diyor. Velhasıl Hz. Resulullah Efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmek olur ki, Hz. Peygamberin iftihar ettiği fakirlik, tevhidi hakikinin fenafillah keşfi irfanıyla, gizli şirk ve vücut günahı olan nispet varlığının fenası / yokluğu olan fakirliktir.                 
      Bu fakirliği Hz. Resulullah’ın üç defa tekrar etmesi ise, nisbet varlığın üç tesir ile kulda gizli şirk oluşturmasındandır.
Bu tesirin birincisi, kulun kendine ve âleme nispet ettiği fiiller yönündendir. İkincisi, kendine ve âleme nispet ettiği sıfatlar yönündendir. Üçüncüsü ise kendine ve âleme nispet ettiği vücut yönündendir. Velhasıl Hz. Resulullah nispet fiilinin, sıfatlarının ve vücudunun olmaması itibarıyla fakirdi ve bu fakirliği ile iftihar etti.
      İşte bir kimse bu varlıklar Hakk’ın iken, cehaletle bunlara sahip çıkıp cümle faaliyette Allah Fail iken ben Fail’im, cümle sıfatta Mefsuf Allah iken, ben Mefsuf’um, cümle varlıkta cenabı Hak Mevcut iken, cehaletle kendi nispetlerini var zannetmesi onun vücut günahıdır. Ve kul’un cehaletle var zannederek işlediği vücut günahını, tevhid-i hakiki irfanı ile fena / yok etmesi, onun ledduni yönden fitre vermesi olup, “gizli şirk” pisliğinden arınıp “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) beyanındaki ledduni hikmet gereğince temizlenmesidir. Ve ilmi hakikate göre fitre sadakasının verilmesidir.
      İşte böyle hakikate göre fitre veren bir kul ancak bayram namazının hakikatine ulaşıp, rabbine vuslat neşesi ve zevki ilahi ile zevklenerek bayram eder. Ki böyle irfana mazhar olan arif ve kâmil bir kulun nazarında Hakk’ın hüsnü cemalinden (güzel yüzünden) başka bir müşahede olmaz. Çünkü onun kendi nispet varlığı fena / yok olduğundan o yokluğuyla Hakk’ın mevcuttaki zuhuru müşahedesine erişir. Ve Kuran’ın; “…Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı mazhariyetiyle o, her nereye baksa Hakk’ın veçhinden / yüzünden başka bir şey görmez. Ve daima rabbin hüsnü cemali (güzel yüzü) müşahedesi ile bayram yapar. Ki bunu ifadeyle Hacı Bayramı Veli Hz;

“El fakru fahri el fakru fahri”
Demedi mi âlemler fahri

Fahrinin zikrin fahrinin zikrin
Mahv u fena da buldu bu gönlüm

Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm diyor.

      Ayrıca Bu bayramın üç gün olması Rabbin vechinin zat, sıfat ve ef’al tecellileriyle kuluna gözükmesinden dolayıdır. Ki, bu üç tecelli müşahedesine ulaşan bir kul, ebediyen cümle âlemlerde rabbini müşahede bayramının neşe ve zevki ile yaşar. Allah her şeyi en iyi bilendir.
      Fitre sadakasının ve bayramının ledduni hikmetin dair açıklama burada hatalarıyla beraber tamamlanmıştır. Fitre sadakasının ve bayramının hakikatine ulaşmayı ihsan etmesi niyazıyla âlemlerin Rabbine hamd, Hz. Muhammed’e (sav) ve evladı resule selam olsun.    
                                                                                      
                                                     
                                                                            Nejdet Şahin
                                   

25 Nisan 2020 Cumartesi

RAMAZAN AYI (Abdulmalik Hilmi divanı şerhinden/açıklamasından)


BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM

                                             Hamdulillah kim yetişti ramazan
Kalbimiz buldu hayat ve Cavidan

Cavidan; daimi, kalıcı, ebedî demektir. Hac ibadeti insanın ömrüyle, zekât ibadeti seneyle, (yılla) namaz her gün beş vakit saatle kayıtlı olduğu gibi oruç, ramazan ayı ile kayıtlı İslam’ın beş şartından/farzından biri olan ibadettir. Bunu beyanla kuranda;Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin…” (Bakara- 185) Buyrulur.
 İslam dininin her temel değerinin ilmi şeriat ile alâkalı zahir/dış yönü olduğu gibi,ilmi hakikat ile alâkalı batıni içeriği de vardır.

Orucun şeriat ile ilgili zahiri yönü: Ramazan ayına ulaşan müminin ramazan ayı bitene kadar, sahurvakti olan sabahtan akşam olan iftar vaktine kadar yemekten, içmekten ve orucu bozacak şeylerden imsak etmesidir.(kesilmesidir) Yani orucu bozacak şeylerden kesilip uzak kalmasıdır. Her kim bu şekilde ramazan ayında oruç tutarsa o kimse, ilmi şeriata göre Allah’ın emri olan oruç farziyetini yerine getirmiş olur. Vesselam.

Orucun hakikati ile ilgili batıni içerik yönü ise; Kul’u rabbinden ayıran masivadan/gayriyetten imsak edilmesidir. Yani Hak’tan ayrı olan her şeyden kulun uzak kalıp kesilmesidir. Ki bu oruç, ramazan ayı ile kayıtlı olmayıp her zamanda tutulan daimi oruçtur. Bir kimse ancak bu oruçla Hakk’ın gayrısı olan masivadan, yani kulu rabbinden ayıran her bir şeyden imsak edip kesilir ise, rabbine kavuşmakla iftar eder. Bunu ifadeyle Hz. resulullah efendimiz; “Oruçlunun iki sevinci vardır, biri iftar ettiği zaman, biri de rabbine kavuştuğu zamandır” Diyor. Ki hadiste ifade edilen sevincin biri, şeriat orucunu tutan müminin iftar ettiği andaki sevincidir. Diğeri ise, hakikat orucunu tutan müminin rabbine vuslat etmesinin, yani rabbine kavuşmasının sevincidir.

    Gelmiş geçmiş ve mevcut olan cümle ehli kemal ve arifibillâh, hem ramazan ayında yemekten içmekten ve orucu bozacak şeylerden imsak ederek şeriat orucunu tuttuğu gibi, orucun hakikati icabınca tüm masiva ve gayriyetten daima imsak ederek Hakk’a vuslatla/kavuşmakla iftar etmişlerdir. Ve hadisi şerifte buyrulan oruçlunun her iki sevincini tatmışlardır.
      Bu itibarla; mesleki resul-u Melami salikleri ve kâmili, muhakkak ramazan ayında orucunu tatmakla beraber, orucun hakikati gereği cümle gayriyetten imsak ederek rabbine vuslat iftarı ile yaşadıkları için Malik Efendi Hz; Allaha hamdolsun ki ramazan ayı gelip yetişti de, kalbimiz hayatı câvidan buldu diyor. Yani ramazan orucunu zahiren tutmakla beraber, orucun hakikati gereği Hakk’a kavuşma iftarıyla rabbin ebedi ve daimi diriliği ile kalbimiz hayat buldu, demektir. 

                      Serteser hep nurula doldu cihan
                      Arş u ala hem zemin ve asuman

Serteser; baştanbaşa. Zemin; yeryüzü. Asuman; Gökyüzü, sema.Demektir.
Ki Ramazan ayı geldiğinde tüm İslam âleminde iyiliklere, rahmeti rahime yönelik değişiklikler olur. Ve bu değişiklikle müminler hayır ve hasenata daha çok rağbet ederek önem verirler. Bu itibarla zekâtlar, sadaklar, infaklar genellikle ramazan ayında verilmeye gayret edilir ve bu ayda oruçlu olunduğu için günahlardan uzak kalmaya daha dikkat edilir. Bu ve benzer davranışların sergilendiği ramazan ayının gelmesi, müminler için hidayet yüklü rahmeti rahimin galip ve hâkim olduğu bir iklimi oluşturur.
     Ramazan ayına mahsus olan orucun hakikati mazhariyetiyle gayriyet ve masivadan imsak ederek, Hakk’a kavuşmakla iftar etmek ise; Kişinin müşahedesinde kendinde ve cümle âlemde Hak’tan gayrı bir şey bırakmadığından kul, her nereye baksa Hak’tan gayrı görmez. Ve böyle bir kulun nazarında “Allah göklerin ve yerlerin nurudur…” (Nur- 35) beyanı hikmetince, daima rabbini müşahede nur-u aydınlığı hâkim olur.  
      Bunu ifadeyle; Ramazan gelince serteser (baştanbaşa) hep nurula doldu cihan. 'Arş u ala hem zemin (yeryüzü) ve asuman (sema, gökyüzü) buyruluyor.

                      Masiva savmını kim tuttu ey can
                      Oldu Hak maksûdı onun bi güman

Masiva; Gayriyet, Hak’tan ayrı olanlar, Maksud; istenen şey, savm; oruç, bigüman; şeksiz şüphesiz, anlamlarına gelir.
Bu itibarla; Orucun leddun-i hakikati gereğince masivadan, yani Hak’tan gayrı olan cümle varlıktan imsak ederek (kesilerek) hakikat savmını/orucunu her kim tuttu ise, bigüman yani şeksiz ve süphesiz ehli zikrin ve ariflerin maksadı olan Hakk’a vuslat (kavuşmak) o kişinin iftarı oldu, deniliyor.

                            Perhiz olan variyetten bil heman
                           "Vahtisaba" sırrı bildi sadıkan

     Perhiz; Var olan nimetlerden yasaklı olarak onlardan uzak olmak ve yememek içmemek, variyet; varlıklar, nispet varlıklar, vaktisaba; sabah, imsak vakti, sadıkan; sadıklar, anlamındadır.
İlmi hakikate göre vaktisaba, kulun cehaletle kendinin ve cümle âlemin var olduğunu zannettiği nispet varlıklardan/variyetten perhiz etme vaktidir. Ki bu vakit fenafillâh mertebeleri olan tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat makamlarıdır. Ve gelmiş geçmiş cümle ehli kemal ve sadıklar bu fenafillâh makamlarının keşfi irfanına mazhar olmuşlardır.
Bunu ifadeyle vaktisaba sırrını, yani imsak ve sabah vaktinin sırrını cümle mesleki resul sadıkları bilip arif oldular demektir.    
                     
                      Canın içre dinle Mâlik ramazan
                      Şafak verir hem nur-ı iman tâlian

İman: imanı taklit, imanı istidlâl (delilli iman) ve hakiki (kâmil) iman olmakla iman üç kısımdır. Ki hakiki imana mensup olan kâmil müminlerin nazarında hep Hak olur. Ve onlar, Hak’tan başka bir şey görmezler.
Bunu beyanla Malik ef. Hz. kendini muhatap ederek bizlere; Ramazan ayındaki şeriat orucunu kesinlikle, muhakkak tut. Fakat bu orucu tutmakla yetinmeyip hakikat orucunu da tut. Ve bu orucu görmek, işitmek, tatmak, dokunmak, koklamak, akıl etmek, idrak etmek, hıfzetmek, hayal ve vehimetmek olan tüm zahir batın hislerinle/duyularınla rabbini müşahede ederek canında/ruhunda hisset. O zaman “Allah göklerin ve yerlerin nurudur…” (Nur- 35) imanının şafağına yani yerlerde göklerde, cümle âlemlerde ve kendi varlığında vahdet-i zat tecellisinin nur-u aydınlığına kavuşup, hakiki/kâmil iman tulûuna/doğuşuna mazhar olursun, diyor.
Allah her şeyi en iyi bilen ve açıklayandır. Vesselam.

Şiir: Abdulmalik Hilmi Hz.
Şerh/açıklama: Nejdet ŞAHİN



7 Nisan 2020 Salı

BERAT KANDİLİN’DEKİ HİKMETLER


Kullarına, Hz. Muhammed (sav) kulluğuna erişebilmeyi ve manevi evlad-ı Resule / ehli beyte dâhil olabilmeyi lütfeden Allah’a hamdolsun. 
Hicri takvime göre şaban ayının onbeşindeki Berat Kandili, zahiren yani şeriat âlimleri tarafından günahlardan af olunup berat etmek olarak değerlendirilerek kutlanır.
      Ehli kemâl ve ehli irfan ise Kur’an’daki; “Ha mim o ayan beyan/apaçık gösteren kitaba yemin olsun ki biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir gecede indirdik hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gecede ayırt edilir.” (Duhan suresi, 1-4) ayet beyanlarında geçen “mübarek / kutlu gece” den maksadın berat gecesi olduğu, “Mübarek gecede inen”den maksadın ise “Nur-u Muhammed” (sav) olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca birinci ayetteki “Ha”ve“Mim” harflerinden “Ha”nınCenab-ı Hakk’ı, “Mim”in ise Hz. Muhammed’i remiz ettiği ifade edilerek; Hak tecelli ederek Muhammedi zuhura getirdi.” veya “Hak, Muhammed yüzü ile göründü.diyerek, bu ayetlere mana vermişlerdir.
     Bizim de aynen katıldığımız bu ehli irfan ve ehli kemal beyanları ışığında, berat gecesinin leddun-i manası şöyledir:
Mevlid kandilinde halk kesreti / çokluğu içinde Nur-u Muhammed zuhuru aydınlığını bulan bir kulun, Regaip’ le kalbine sirayet eden “zikrullah Muhammed mayasının” kabarıp, o kulun zahir ve batın bütün duygu ve hislerini kaplayarak kulluğunda, Nur-u Muhammed’in hakim olmasının berat’ını ifade eder.Çünkü Berat bir rüşt olgunluk erişimidir. Bu rüşd yani kemalât kulun Nur-u Muhammed mazhariyetine ulaşıp, Muhammed-i bir kullukla, yani Muhammed’çe yaşamasıdır.Ki bu aynı zamanda “şaban benim ayımdır,” hadisi şerifindeki hikmetin, Muhammed-i kulluk marifetiyle kulda açığa çıkıp etrafını aydınlatışıdır.
   Berat gecesinde Hz. Peygamber Efendimiz secdede iken, yüksek ve duyulacak bir sesle; “Azabından affına, gazabından rızana, senden yine sana sığınıyorum, ben seni lâyıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin.” buyurmuş. Ve bu duayı Hz. Ayşe validemizden etrafına yayıp duyurmasını istemiştir. Ehli kemal olan arifler, bu duası ile Hz. Resulullah’ın “azabından affına” dediğinde ilmi şeriat’a göre, “gazabından rızana” dediğinde ilmi tarikat gereğince,“senden yine sana” dediğinde ilmi hakikat icabınca,“ben seni lâyıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin.”Dediğinde ise ilmi marifet hikmetince Allah’a sığındığını beyan etmişlerdir. Bu itibarla berat kandilinin ledduni manasına ulaşan bir kul, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet’in sırlarına aşina bir kemale erişerek, Muhammed-i kulluk marifetiyle Cenabı Hakk’ın halk zuhurunu, yani vahdetin kesreti olan tecellilerini müşahede eder. Ve böyle bir kul, ayetteki “Hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gece ayırt edilir” beyan gereği vahdetin kesretini oluşturan her tecelliyi, kemalâtıyla yerli yerinde ayırt ederek tanır.
İşte böyle berat kandilinin hikmetine ulaşmış Muhammed’çe yaşayan bir kul’da, hidayeti nur-u Muhammed marifetininBerat’ı, ayın bedir yani ayın tam yuvarlak (dolunay) olarak açığa çıktığı zaman ki gibi parladığından, berat kandili şaban ayının 15 inde kutlanır. Allah her şeyi en iyi bilendir. 

   10 Ağustos 2009 Salihli                                                                                                                          
Nejdet Şahin


30 Ocak 2020 Perşembe

NAS SURESİ


                         Bismillahirrahmanirrahim
“De ki: Cinlerden ve insanlardan; kıvrılıp kıvrılıp saklanan sinip sinip gizlenen vesveseden, o sinsi vesvesecinin kötülüğünden / şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların ilâh’ına sığınırım.”
(Nas-1,2,3,4,5,6)
                  NAS SURESİNİN YORUMU AÇIKLAMASI
                    Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla...
       Övünmek, cümle âlemleri zatından yaratan ve o yarattıklarında mevcut iken kendini gizleyen âlemlerin Rabbine mahsustur. Selama lâyık olan ise, Allah’ın kulu ve elçisi Hz. Muhammed (sav) ve evladı resuldür.    
“De ki: Cinlerden ve insanlardan; kıvrılıp kıvrılıp saklanan sinip sinip gizlenen vesveseden, o sinsi vesvesecinin kötülüğünden / şerrinden,
     Arapça okunuşunda ayette geçen “hannas” ifadesi, şeytanın sinsilik vasfı/özelliği olup geri çekilerek, büzülerek, sinerek, fırsat bulunca da vesvese vermek için dönüp gelen, Besmeleyi, Allah zikrini işitince kaçan, gaflete dalınca tekrar musallat olan şeytanı ifade eder.
     Her insanda görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama olan beş zahir Hissi/duyusu olduğu gibi Akıl, idrak, hafıza, hayâl, vehim olan beş batın hissi/duyusu vardır. Ve her insan bu hisler/duyular ile etkilenip müteessir olur. Şeytan; hannas özelliği ile daha ziyade insandaki vehim hissinde barınır. Ki, eğer bir kişi ilim tahsil ettiği akıl hissini işleterek şeriat ilmini tahsil ile abdestli olarak kuranın emir ve yasaklarına uyarsa. Tarikat ilmini tahsil ile de kâmil mürşidin zikri daim telkini kalbine yerleşirse. O kişinin her nefesi zikrullah ile alınıp verildiğinden şeytan, böyle bir kula musallat olamadığı gibi, onu görünce o kulun olduğu yerden uzaklaşıp kaçar. İşte böyle bir insan ancak, kuran kaynaklı ilmi şeriata ilmi tarikata itaat etmekle yüce Allah’a sığınmış olur.
     Şeytan/İblis insanlara kötülüğü/şerri kendi suretiyle görünüp veremez. Çünkü iblis cin taifesindendir ve cinlerin kendine ait suret ve şekli olmaz. Bundan dolayı Şeytan, vehim duyusundaki vesveseyi genellikle falcılık, büyücülük, astrolog vb. gibi gelecekten gaipten haber verme işleri ile uğraşanlar suretinde verdiği gibi, nakıs sahte kâmil olmayan mürşid, irfanı olmayan arif/âlim vb. insan suretlerinde görünerek te verir. Şöyle ki:
      Şeytan Falcı suretinde göründüğünde; ‘üç vakte beş vakte kadar sen şöyle olacaksın böyle olacaksın gibi vb. söylemlerle...’  Şeytan Büyücü sureti ile göründüğünde; ‘sana şöyle şöyle büyü yapılmış, bu büyüyü bozmazsan hastalanrsın, işlerin olumsuz olur gibi vb. ifadelerle…’ Şeytan astrolog suretinde göründüğünde; ‘bu yıl veya önümüzdeki zamanda şöyle şöyle olaylar olacak, falanca kişi ölecek, falanca burçtakiler sevinecek, falanca burçtan olanlar üzülecek gibi vb. ifadelerle…’ Şeytan; zamanın evliyası, zamanın gavsı, zamanın kâmili, arifi, âlimi, dervişi ve mürşidi vb. suretlerle göründüğünde; ‘şahsının veya kontrolündeki organizasyona maddi yardım ve hizmet etmezsen zillete uğrarsın, başın belâdan kurtulmaz. Eğer hizmet eder yardım yaparsan olumsuzluklar senden uzaklaşır vb. gibi telkin ve söylemlerle…’ Şeytan evham / vesvese vererek insana tesir eder.
Bu bahsettiğimiz vb. türdeki vesveseler; şeytanın/İblisin İnsan suretinde görünmesiyle oluşan vesveselerdir.
      Şeytanın Cin olarak tesir edip vesvese vermesi ise şöyledir:
      Cin; latif, yani cisim ve şekil ve suretle alakası olmadan kalbimize gelip vesveseyi / evhamı hareketlendiren havatırlar, yani akıl ve ilimden yoksun/mahrum olan fikir ve düşüncelerdir. İnsandaki Vehim hissi; akıl ile değil de hayâl hissi ile birleşip ittifak ederse, o kişinin vesvese yüklü havatırları hayalinde şekillenip suretlenmekle o kişi cinlere karışır. Ve böyle bir insan Allah’ın Resulünün yolundan uzak kalır. Eğer bir insan akıl hissini işleterek kuran kaynaklı şeriata ve daim zikre mazhar olmaz ise, o kulun vehim hissinde hannas / sinsi vasfı ile barınan şeytan onu her an sapkınlığa, Allah’a ve elçisine asi olma kötülüğüne / şerrine yönlendirir. İşte bu ayetlerde gerek insan suretinde, gerekse cin olarak açığa çıkan vesvesenin, o sinsi vesvesecinin / şeytanın bu tür kötülükleri/şerleri ifade ediliyor…
      Ve devamındaki ayetlerde Şeytanın bu şer ve kötülüklerinden insanın korunmasını beyanla:
“İnsanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların ilâh’ına sığınırım.” Buyruluyor.
       Bu ayetlerde özellikle ifade edilen insanın Rabbine, Melikine, İlâhına sığınmasının izahı ise şöyledir:
Kuran kaynaklı şeriat ve tarikat ilimleri olduğu gibi Hakikat ve marifet ilimleri de vardır. Bunu ifadeyle Pir Seyyid Muhammed Nur Hz: “Kuran şeriat, tarikat, hakikat, marifet ve yedi mertebe üzerine inzâl olmuştur”. Diyor. Yunus Emre Hz. “şeriat tarikat yoldur varana hakikat marifet ondan içeri”. Ve Niyazi Mısri Hz. Şeriatın sözleri hakikatsız bilinmez, marifetin sırları tarikatsız bulunmaz” buyurmuşlardır.
Rivayet olunur ki: “Hz. Resulullah efendimiz mescidin kapısında gördüğü iblise ne işin var burada der, İblis; içerde namaz kılanın namazını bozacağım fakat orada uyuyandan dolayı giremiyorum diyor. O uyuyan kişinin daim zikir ve hikmet ehli birisi olduğunu gören Hz. Resulullah; “hikmet ehlinin uykusu cahilin ibadetinden efdaldir”  buyuruyor. Ki Hikmet ehli; şeriat, tarikat, hakikat ve marifete mazhar olup her tecellide Rabbini tanıyan insanı Kâmil’dir.
      Bunu beyanla; kuran kaynaklı şeriat ve tarikat ilimlerine mazhar olmak insandan şeytanı uzaklaştırdığı gibi, Hakikat ve marifet ilimlerine Mazhar olmak ise, insanı Hakk’a kavuşturup her tecellisinde Rabbini müşahedeye eriştirir.
        Hakikate göre; Rabbine arif olup Rabbine Kavuşmak için yaratılan insanı; Gözünün gördükleri, sahibi oldukları, muhabbet ettiği / sevdiği şeylerin tesiri Hak’tan ayırır. Ve insanı Hak’tan ayıran bu şeylere masiva, yani kulu cenabı Hak’tan ayıran gayrıyet denir. Ki bir kulun bu masivadan / gayrıyetten kurtulabilmesi için; Gözünün Hakk’ın gayrısı olarak gördüklerinden insanların Rabbine. Kendine ve halka nisbet ederek zan ile sahiplendiklerinden insanların Malikine. Hakk’ın gayrısına muhabbet ederek sevdiklerinden insanların İlâhına sığınması icap eder. Şöyle ki:           

İnsanın Rabbine sığınması
:


      Cümle âlemleri kendi zat-ı mevcudiyetinden yaratan/halkeden yüce Allah’ın, vahdet’inden (Bir’liğinden) kesret/çokluk âlemindeki zahir olup açığa çıkışı Rububiyetidir. Ve bunu ifadeyle; Hadisi şerifte; “Rabbiniz apaçıktır onu örtecek bir şey yoktur” buyrulduğu gibi kuranda “… o zahirdir/apaçıktır…” (Hadid-3) beyanı ve benzer beyanlar vardır. Pir seyyid Muhammed Nur Hz: “Rububiyet mevcudata hastır” diyor. Ki ehli kemal; “Rububiyet umumi Rab ve özel Rab olmakla tesir eder. Umumi olan Rab âlemlerin rabbi’dir, özel olan Rab ise her insanın hiç kimseye benzemeyen kendine ait özelliğidir” demişlerdir.
      Bir insanın gözünün gördüğü masivadan/gayrıyet tesirinden arınıp Rabbine sığınabilmesi için; insanın gerek enfusunda (kendinde), gerekse afakında (kendisinin haricinde) cümle eşyada Rububiyetiyle mevcut ve zahir olan Rabbine itaat etmesi, zikri daim uyanıklığıyla gafletten uyanması, tevhidi Hakiki irfanıyla cehaletten arınıp, Rabbine arif olması ve Rabbine kavuşması icap eder…

İnsanın Melikine sığınması:


       Melik; mülkün sahibi demektir. Ki bunu beyanla Kuranı kerimde; “O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. Kimindir bugün mülk/saltanat? O Vâhid/Bir ve Kahhâr olan Allah'ın!” (Mümin-16) Buyrulur. Yüce Allah Rububiyetiyle cümle varlıkta mevcut ve zahir olduğu gibi, insanın ve cümle varlığın / mülkün sahibi olmakla da Malik’tir. Çünkü cenabı Hak Hz.leri zat’ı tekliğinden sıfatlarını, sıfatlarından isimleri ve fiilleri ile tecelli etmesiyle cümle âlemler yaratıldı ve halen yaratılmakta. Ki dünyada ahrette görünen ve görünmeyen cümle varlıklarda yüce tanrı zatı ile mevcuttur. Eğer Hakk’ın zat’ı mevcudiyeti olmasa hiçbir şey var olmaz. Her şey Hakk’ın zatı ile var olup zindedir. Bu itibarla yüce Allah cümle mülkün varlığın hükümdarıdır Maliki’dir.
       Fakat insan; kendine nisbet ettiği vücudu varlığına, sosyal çevresine, mal mülk ve makamına gaflet ve cehaletle sahip / Malik olduğunu zannetmekle, masivayı/gayrıyeti Hakk’a perde yapar. Ve Malik olan Allah’tan gaflet ederek Cenabı Hakk’a kavuşamaz. İşte bu ayette insanın kendinde ve cümle varlık ve mülkte Malik olan Allah’ı, ilmi tevhid marifetiyle tanıyıp, ona vuslat edip kavuşmasını ifadeyle; İnsanın Malikine sığınması beyan olunuyor...

İnsanın ilâhına sığınması:
      Kuranı kerimdeYerde Gökte Allah’tan başka ilâhlar olsa idi ikisi de fâsid olmuş gitmişti…” (Enbiya- 22) Buyrulur. Bu ve benzer ayet beyanlarından anlaşıldığı gibi Allah’tan başka, Allah’tan gayrı ilah yoktur. Fakat insan cehaletle gaflete düşer ve Allah’tan gayrısını ilâh edinir ki, bunu ifadeyle kuranda; “şu arzusunu/hevasını ilâh edineni gördünmü” (casiye-23, Furkan-43) buyrulur.
      Bir kişinin hevasını / arzusunu ilâh edinmesinin izahı şöyledir:
İnsan, nefsinde/kendinde ve cümle âlemlerde mevcut olan cenabı Hak’tan başka şeylere yönelerek Hakk’ın gayrısına zannıyla muhabbet ederse, o muhabbet ettiği / sevdiği şeyi kişi ilâh edinmiş olur. Bunu beyanla ehli kemal; “her kalpte insanın nefsine hoş gelen şeylerin muhabbeti (sevgisi) vardır, bunların hangisi kalpte galip olursa insan o galip olanla meşgul olmakla, o muhabbet edip sevdiği şey doğrultusunda kulluk yapar,” demişlerdir. Hz. Mevlana ise; “Göz nereye bakar gönül oraya akar, Gönül nereye akar ayak oraya koşar.” Buyurmuştur.
      Oysa Hakikat’a göre insan, Yüce Allah’a Kuran kaynaklı ilmi şeriatla itaat, kuran kaynaklı ilmi tarikatla muhabbet edip, onu tevhidi hakiki marifetiyle tanıyarak Hakk’a kavuşması için yaratıldı. Ve bunun için insan bu yeryüzü âleminde imtihan oluyor. Eğer bir insan, zikri daim ve tevhidi hakiki keşfi irfanıyla kalbindeki gayrıyet muhabbetlerine Allah’ın muhabbetini galip kılarsa, o insanın ilâhı o zaman Allah olur. Ve o kul kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Allah’a muhabbetle itaat ederek, vuslat edip kavuşur ve Hakk’ın Beka’sı ile ebedi beka bulur. Ve böylece insanların ilâhı olan Allah’a sığınır… Vesselam.

      Velhasıl; Baştan sona muazzam bir dua / niyaz olan Nas suresinin yorumu / açıklaması hatalarıyla beraber tamamlandı. Yüce Allah her şeyi en iyi bilendir.
                                                Nejdet ŞAHİN
                                                14 Ocak 2020