18 Haziran 2011 Cumartesi

BEN MELAMET HIRKASINI KENDİM GİYDİM EYNİME

Öğünmek cümle alemleri ve bu alemlerdeki tüm varlığı kendi zat’ı mevcudiyetinden yaratan Allah’a mahsustur.
           Selama layık olan ise, aşkına cümle alemler ve alemlerdeki varlıklar yaratılan, Hz. Muhammed s.a.v efendimiz ve onunla beraber, her zamanda sağ ve mevcut olan ehli beyt’tir, evladı Resul’dur. O evladı Resul ki, kıyamete kadar insanlığı makamı velayet irşadı ile geçmişte aydınlattığı gibi, halen aydınlatmakta ve gelecekte de aydınlatacaktır. Çünkü insanlığın yaradılışının ideal gayesi olan olgunluğa, yani insanı kamil makamına ulaşabilmesi ancak evladı Resul irşad aydınlığı ile mümkündür.    
        Evladı Resul’un en kemal’li ve ziyalılarından olup, zamanında etrafını irşadı ile aydınlatan ve mahlası / lakabı “Nesimi” olan Hazret’in, Türk dünyasında pek meşhur olup, dilden dile dolaşan ilahi’sini şerh etmeyi, bize ihsan ve nasip ettiği için, Allah’a şükürler olsun.     
     Hz Nesim’i buyurdu: BEN MELAMET HIRKASINI
                                              KENDİM GİYDİM EYNİME
                                              ARU NAMUS ŞİŞESİNİ
                                              TAŞA ÇALDIM KİME NE

                                              HAYDAR HAYDAR
                                              TAŞA ÇALDIM KİME NE
   Melamet hırkasını eyni’ne giymek, insanın cümle kulluğunda Melamiliğin hakim olup Melamiliğe dahil olmasıdır. Ki, Melamilik cümle peygamber ve insanı kamil olan evliyanın ulaştığı kulluk mertebesidir.
   Melamiler için Kuranı kerimde, “Ey inananlar, içinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki; Allah onları sever, onlar Allah’ı severler, onlar müminlere karşı boyunları büküktür/mütevazı ve merhametlidirler. Kafirlere karşı başları dik/izzetlidir. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın levminden/kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsândır…” (Maide, 54) buyrulur. Ki, ehl-i kemâl, bu âyetin Melâmîleri târif ettiğini beyan etmişlerdir. Çünkü kınayanın kınamasına aldırmamak Arapça ‘levm’ kelimesidir ki, kınanmak mânâsında olup, melâmet demektir.
Ayette ifade edildiği gibi Melâmîler, Allah’ı sevdikleri gibi, Allah da onları sever, yani Allah’la sevişirler. Melamiler dâima Cenâb-ı Hak’la vuslatta olduklarından, onlar Hakk’ın kendilerini kınamasından, Hakk’a vuslattan mahrum olmaktan ve Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet etmemekten korkarlar. Melamiler, Halkın onları cehalet ve gafletle kınamasına aldırmadıkları gibi, cehalete ve zulme karşı, irfâniyet ve kemâlatlarıyla dik ve çetin durup boyun eğmezler. Hidâyet tecellilerine ve müminlere karşı ise, mütevazı ve hürmetlidirler.
  Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabî Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde: “Melâmîler; bunlara melâmetçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendi de Resûlullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teala’nın emir ve yasaklarını bu âlemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” diyor.
Bu itibarla Yunus emre, Niyazi mısri, Hz. Mevlana vb. gib,i çeşitli zamanlarda yaşayıp insanlığı aydınlatmış olan insanı Kamil veliler de, “Melami” olduklarını beyan etmişlerdir. Çünkü Melamilik Pir Seyit Muhammed Nur Hz. leri nin buyurduğu gibi “ Kulun fenafillah olup Hz. Muhammed s.a.v ahlakıyla ahlaklanmasıdır. Fenafillah kulun cehaletle kendine ve eşyaya nisbet ettiği varlıkların yokluğunda Hakk’ın zat’ı mevcudiyetinden ve tecellilerinden gayrı görmemesidir. Melamiler Hakk’a vasıl / kavuşmuş ve Hakk’ın “Beka”sı ile beka bulmuş kulluklarında “İnsanı kamil” marifetinin zahir olup açığa çıktığı kulluk’tur. Bu itibarla insanlığı tebliğ ve irşadı ile aydınlatmış olan cümle peygamberler ve insanı kamil olan veliler melami’dir.
        Peygamberlikle irşad Kur’an-ı Kerîm’deki “Muhammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. O Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur…” (Ahzab, 40) beyanı mucibince cümle peygamberin imamı Hz. Resulullah efendimizle nihayete ermiştir. Velayet yolu ile irşad ise, Hz. Resulullah’la beraber aynı zaman ve coğrafyada, cümle evliyanın imamı olan Hz. Ali’nin şahsında zahir olmuştur. Ve bu irşad kıyamete kadar bu alemde evladı Resul tarafından icra edilecektir.
      Evladı Resul yani ehlibeyt, birincisi soy, ikincisi manevi, üçüncüsü ise hem soy hemde manevi olup, bu iki hasletin birleştiği “Pençeyi ali aba”dır. Yani Hz Resulullah’la beraber Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, ve Hz. Hüseyin’dir. Ve Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in hem manevi hemde soy hasletlerini taşıyan evlatlarıdır.
          Asrı saadette Hz. Resulullah’ın “ehli beytimdir” dediği, soyundan gelmeyen Manevi evladı Resul olan sahabeler vardı, fakat bunların en meşhur ve çarpıcı örneği Selmanı Farisi Hz. lerdir ki, Hz. Selman, Faris’i, yani İran’lı olup, Hz. Resulullah’ın yaşadığı coğrafya ve oradaki insanlarla hiçbir akrabalığı ve yakınlığı yoktu. Selman hakkında Hz. Resulullah efendimiz, “ Selman benim ehlibetimdir” ve yine  “ Selman bendendir ben selmandan” buyurmuştur.
          İşte manevi evladı Resul olan bu sahabeler, daha ziyade irşadla görevli olanlar idiler. Bunlar gördükleri “meratibi ilahi” seyri süluk’u ile, kendilerinin ve cümle eşyanın nisbet varlığından fenafillah irfaniyeti ile soyunup Hakk’a kavuşmuş, Hakk’ın Bekası ile beka bulmuş, Muhammedi ahlakla ahlaklanıp, yukarıda efsafı belirtilen “melami” neşesi ile yaşayanlardan idiler.  
    Bu itibarla, cümle zaman ve coğrafyada yaşamış ve yaşayan “Melamiler” manevi evladı Resul olup, irşadları ile insanlığı aydınlatmışlardır. Ki, bu mevzu Kuran’da “Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar inkârcılara karşı çetin, aşılmazdırlar. Kendi aralarında ve müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde ve rükû  ederler. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk isterler. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil’de ise ekin filizi ile misâllendirdik...” Fetih, 29 ayeti ile beyan edilir.
         Ki Tevrat, Peygamber Efendimizden yaklaşık 1200, İncil ise yaklaşık 600 yıl evvel inzal olmuştur. âyette bahsedilen “Hz. Muhammed’le beraber olanlar” manevi evladı Resul’dur. Bunlar fenafillh irfaniyetiyle yokluğa ulaşmış, Hak’la beka bulmuş Muhammedi ahlak ve Melamet neşesiyle tüm zamanlarda var olan kullardır. Bu itibarla manevi evladı Resul, Peygamber Efendimizin unsur bedenle bu âlemde zuhûrundan evvel de var idiler, halen de mevcut olup sonra da var olacaklardır. Bunların “yüzlerindeki secde izi,” kulun yokluk irfâniyeti olup fenâfillah keşfidir.
          Velhasıl “Ben melamet hırkasını kendım giydim eynime” buyurmakla Hz. “Nesimi,” vasıfları yukarıda beyan edilen, evladı Resul irşadı ve Melamet neşesiyle hasıl olan olgunluğa, yani insanı kamil makamına ulaştığını beyan ediyor.
         Melamilik, insanı kamil marifetiyle açığa çıktığı için, kamil’in anlayış ve ahvali cahiller tarafından tenkide uğrar ve ayette belirtildiği gibi o, “kınanır.” Çünkü cahiller doğruluğuna ve yanlışlığına bakmadan atadan kalma değerlere ve geleneğe tabi olurlar. Cahiller Din’e sirayet etmiş olan, ve kuranla, Hz. peygamberin uygulamalarıyla aynı olmayan değerlere bağlı kalmayı, dindarlık olarak görürler, kendilerini uyaran zamanın Kamili’ni ise, sapıklık ve dine riayet etmeyen gibi vb. vasıflarla kayıtlar ve Kamil’e zülum yaparlar. Hatta onun katline fetva verip zamanın kamilin’den istifade edemedikleri gibi onun kanını akıtırlar. Aynı imamı azam, Şemsi tebrizi, Şeyhül ekber Muhuddin Arabi hz. leri vb. gibi. Ki, Hz. Nesimi’nin de cahiller tarafından işkence edilerek şehid edildiği rivayet edilir.
             Bu itibarla cümle peygamberler ilim ve irfaniyetle zuhur etmelerine rağmen, Peygamberleri cehaletle red ve inkar edenler daima atadan kalma değerlere ve geleneğe uymamakla peygamberleri itham etmişlerdir.
             İşte beyitte ifade edilen “arı namus şişesi,” halkın cehalet kaynaklı anlayışlarıdır. Bunu beyanla Hz. Nesimi, ben melamet neşesi ve insanı kamil marifetiyle ulaştığım kulluğumda, Allah’ın buyrukları ve Hz. Peygamber efendimizin ahlakı üzere yaşıyorum ve cahil halkın beni kınamasına aldırmıyorum, ben cehaletin oluşturduğu “Arı namus şişesini taşa çaldım kime ne” diyor.
            Her beyitte tekrarlanan “Haydar” ise, Hz. Ali kv. nin lakabı olup, atılgan aslan ve devamlı diriliği ifade eder. Hz. Ali zahiren de Hz. Resulullah efendimizle ve diğer sahabelerle katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş, kılıcı Zülfikar ile fetihler yapmış, İslam dünyasında haklı bir şöhrete ulaşmıştır.
            Hakikat’ta ise, Hz. Ali cümle insanı kamil olan evliyanın kemalat ve marifetinde her zaman sağdır, diridir. Fetih açılma açma, Zülfikar ise, Marifet demektir. Her Kamil olan velinin irşadındaki fetih’te, Hz. Ali nin imam olduğu velayet zahir olur. Ve o velayet marifeti olan Zülfikar’la, cehlin oluşturduğu anlayış ve zanların başları kesildiği zaman, o kul, “velayet fethiyle” arif ve kamil olur. Bu itibarla, her zamandaki Melami olan insanı kamil’in marifet ve irşadında, Hz. Alinin imam olduğu velayet sağ ve diri olup “Haydar”dır. Vesselam .           
                      
                           GAH ÇIKARIM GÖK YÜZÜNE
                           SEYREDERİM ALEMİ
                           GAH İNERİM YER YÜZÜNE
                           SEYREDER ALEM BENİ
          Melamet neşesi ile var olan insanı kamil’in iki yönü vardır. Kamil’in bir yönü daima mutlak olan Hakk’a dönüktür ki, Kamil bu yönü ile Hak’tan hiç gaflet etmez, daima Hak’la olur. Kamil’in diğer yönü ise makayyet olan Kulluğa dönük olup, halk içinde beşeri ihtiyaçlar ve münasebetlerle hasıl olan bir kullukla var olur.
         Kamil’in böyle hem mutlak olan Hakk’a hemde mukayyet olan Kulluğa yönelik olması ona kusur olmaz. Çünkü o, Hakk’a baktığında sırf Vahdet’e ait olan Rahman, Rahim, settar Gaffar vb. gibi olan esma tecellilerini görür ki, bu aynı zamanda onun yükselerek Gök ehli olmasıdır. Çünkü bu Hakk’a ait olan esmalar, Halk’ın oluşturduğu ikilik olmayıp, Allah’ın vahdaniyetini temsil eden isimlerdir. Bu itibarla Göğe yükselmek yeryüzündeki kesretle değil, Vahdet olan Gökyüzü ile teşbih ve beyan edilir. Çünkü Gök’te tek renk hakim dir. Bu tek renk olan Uluhuyetin vahdeti’ne, yani Allah’ın Bir’liğine yükselmek ise, bir olan İlahi sevgiliyi, müşahade etmek olup “Gökyüzüne çıkmak”tır.
         Alem, mutlak varlığın zuhuru olan esma demektir. Alemi seyretmek ise, gerek Hakk’a, gerekse kullara ait olan cümle esmayı / alemi Vahdet’in zuhuru olarak görüp, esmanın / alemin yokluğunu müşahade etmektir. Vesselam.     
         İnsanı Kamil, kulluğa yöneldiğinde Allah’ın mukayyet olan kesret zuhurunu müşahade eder. Yani Uluhuyet’in tecellisi ile Halk’a ait isimler kesretini oluşturan, ağaç, taş, toprak, insan, hayvan vb. varlıkları görür. Bu mukayyet olan kesret yeryüzündeki çokluktur. Bu çokluğu oluşturan esmalar, kul olması itibarıyla kamil’e tesir eder, fakat onu gayrıyete düşürmez. Bunun için “yeryüzüne inerim” demek, ben kul ve aciz olmakla kesreti oluşturan esmaların tesirine girerim demektir.
      “Seyreder alem beni” sözünün manası ise, cümle alem denilen esmaların yokluğunda zahir olan Hak olduğu için, seyreden Hak’tır, seyredilen ise aciz ve muhtaç olan kuldur. Bunu beyanla Hz. Nesim’i, “Gah çıkarım gök yüzüne seyrederim alemi gah inerim yer yüzüne seyreder alem beni” Buyurmakla bazen mutlak olan Hakk’ın vahdaniyetine Bir’liğine ait tecellilerle göğe çıkıp esma olan Alemin yokluğunu seyrederim. Bazen de mutlak olan Hak, esma yani alem zuhuru ile, yokluğum ve acziyetim olan kulluğumu seyreder diyor.     

                            SOFULAR HARAM DEMİŞLER
                            BU AŞKIN ŞARABINA
                            YAR DOLDURUR BEN İÇERİM
                            GÜNAH BENİM KİME NE
      Sofu, din’in batın yönünden gafletle, sadece dinin şeriat’a ait olan zahir yönü ile kulluk yapan, ve bu kulluğunu da Kamil bir kulluk zanneden, kendisi gibi kulluk yapmayanları ise eksik gören kimsedir. Beyitte ifade edilen Aşk,  Allah aşkı’dır, ilahi aşka dair yapılan irşad şaraptır, bu irşaddan istifadelenmek ise, ilahi aşk’ın şarabı’nı içmektir. Bu irşad dan hasıl olan ilahi zevk, aşığın, sarhoşluğudur. Kadeh ise aşığın gönlüdür. Gönül kadehi, Kamil olan Mürşid’in telkin ve irşadı ile dolar. Vesselam .
         Din’in zahir yönü olduğu gibi batın yönü de vardır. Din’in zahirini şeriat oluşturur ki, ilmi şeriat kulun ibadet ve davranışlarının ne şekilde ve nasıl olacağıyla ilgilenir. Mesela namazda secdenin rüku’nun ne şekilde yapılacağını, insanlar arasında olan ticaret ve sosyal ilişkilerin nasıl olacağını düzenler.
    Dinin batınına ait olan ilimler vardır. Bu batın ilimlerin de tahsil edilmesiyle ancak, dinin hem zahir hem batın kulluğu o kimsenin şahsında kemal bulur ve o kişi İnsanı kamil olur. Dinin sadece zahiri ile yetinip batın ilimlerinin cahili ve gafili olmak, o kulun eksiklğidir / nakıslığıdır. İşte sofu böyle nakıs / eksik bir kullukla dinin ilahi aşka ve batınına ait olan değer ve ibadetlerle meşgul olmayı cehalet ve gafletle günah olarak görür. Fakat “melamet” marifetiyle insanı kamil olan Hz. Nesimi, “Sofular haram demişler Allah aşkın’dan istifadelenmeye, ilahi sevgili olan yarim, bana Kamil’in telkin ve irşadında gözükür, ben o irşad şarabını içmekle, ilahi sevgiliyi müşahade edip sarhoş olurum, eğer bu hal günah ise ben günahkarım” diyor.      

                            GAH GİDERİM MEDRESEYE
                            DERS OKURUM HAK İÇİN
                            GAH GİDERİM MEYHANEYE
                            DEM ÇEKERİM AŞK İÇİN
          Pir seyyid Muhammed nur Hz leri, “Kuranı kerim dört ilim ve yedi makam üzere inmiştir.” Buyurur ki, bu dört ilim şeriat ilmi, Tarikat ilmi, Hakikat ilmi ve Marifet ilmidir. Şeriat’a ait olan zahir ilimler medresede, yani bugünkü ihtisas elde edilen ünüversiteler, ve yüksek okul vb. gibi olan okullarda tahsil edilir. Ve medresede tahsil ettiğ ilim’le, o kimse hukukçu, edebiyatçı tıp uzmanı vs. olur. Bu zahir ilimlerden bazıları mesela fıkıh, kulun zahiri ibadet ve davranışlarını düzenler. İşte yukarıda vasıflarından bahsettiğimiz sofular, din’in batınından aşk boyutundan gafletle, din demek fıkıh demektir anlayış ve cehli ile, ilahi aşk’a dahil olmayı din dışı olarak görürler.
         Bir kimse dinin sadece zahiri olan şeriat ilmi ile kulluk yaparsa, o kimse ahiret te nefsini cehennem ateşinden koruyup, amel cennetine dahil olur. Fakat makamı insan’a yükselip İnsanı kamil olamadığı için o kimse eksiktir / nakıstır. İşte bu nakıslık Kamil bir kulluğa eriştirmediği için o kimse, dünya ve ahirette hüzün ve kederle yaşar.   
         Makamı insan’a ulaşarak kul’un insanı Kamil olması, dinin batınına ait olup Kuran’da “Leddun” (Kehf-65) olarak beyan edilen, tarikat, hakikat ve marifet ilimlerini tahsil etmesi ile mümkündür. Bu ilimler eskiden tekkelerde Kamil olan mürşid’den tahsil edilirdi. Bu gün ise tekkeler fonksiyonlarını kaybettiklerinden, doğru ve isabetli bir kararla kapatılmıştır. Fakat İnsanı Kamil, daha evvel beyan edildiği gibi “melamet” neşesi ve evladı Resul irşadıyla her zaman mevcut olup, bu irşad, kulun var olduğu tüm zaman ve mekanlarda devam eder. İşte zamanın kamili’nin irşad ve marifetinin hasıl olduğu, ehli zikrin, ariflerin ve ehli kemalin meclisi, Hak aşıklarının “meyhanesi” olup, aşıklar orada ilahi aşk irşadı ile sarhoş olup zevki ilahi ile lezzetlenirler keyflenirler.
     Bunu beyanla Hz. Nesimi, “Gah giderim medreseye ders okurum Hak için” beyanı ile, medresede öğretilen dinin şeriatına muhakkak tabi olup Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle riayet ederim. Fakat benim bu riayetim, nefsimi huri, gılman, köşk vb. amel cenneti nimetleri ile nefsimi lezzetlendirmek için olmayıp, ilahi sevgili olan cenabı Hak emrettiği içindir. Yani “Hak için” dir diyor. Ve devamla “Gah giderim meyhaneye dem çekerim aşk için” beyanı ile de, Hakk’ın emri olan şeriat’a kesinlikle riayet etmekle beraber, Kamil’in irşadının zahir olduğu, ehli aşk ehli kemal ve ariflerden oluşan meclis-i meyhaneye, ilahi aşk için giderim buyuruyor.  

                             SOFULAR SECDE EDERLER
                             MESCİDİN MİHRABINA
                             OL DOST İLE DOST OLMUŞUM
                             KIBLEGAHIM KİME NE
          İlmi Şeriat’a göre Hakk’ın huzuruna durmak, kıbleye, yani Beytullaha yönelmekten ibarettir. Hac için kabe’ye gitmek ise Beytıllah’ı ziyarettir, yani Allah’ın evini ziyarettir.
          İlmi Hakikat’a göre kıble, kulun kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbı’nı müşahade etmesidir. Beytullah yani Allah’ın evi ise, Kul’un gönlüdür / kalbidir. Ki, bunu beyanla Cenabı Hak, hadisi kutside “Ben yerlerime ve göklerime sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” buyurur. Kur’an’da ise, “Gözünüzü açın Allah’ın velîleri / dostları için hiç bir korku yoktur. Mahzun da olmaz onlar.” (Yunus, 62) buyrulur. Dost “Veli” demektir ki Allah’ın bir ismi de Veli’dir, yani Dost’tur. Eğer bir kimse melamet neşesi ile cümle varlığın ve kendinin yokluğunda / fenasında Rabbı’na kavuşup Rabb’ın bekası ile beka bulursa, o mümin kul Allah’ın dostu olur ki, böyle dostu olan kul’unda Hak, Dost ismi ile tecelli eder ve o kul, “dost ile dost” olur.
        Dost kulluğuyla, telkin ve irşadında Hakk’ın dostluğunu zahir edip açığa çıkaran Kamil, aynı zamanda Hakk’ı mevhumda değilde mevcutta arayan taliplerin, aşıkların kıblegahı’dır. Kamil, bu yeryüzünde cümle tecellileri içinde Allah’ın, kerem, yani ikram yüzü olup, Hakk’ın Cemali’nin açığa çıktığı mazhardır. Bu itibarla cümle sahabe içerisinde sadece Hz. Ali, “kerem Allah’u veche,” yani Allah’ın ikram yüzü olarak vasıflandırılır. İşte velayet irşadının imamı olan Hz. Ali’nin marifeti, zamanın Kamili’nin irşadında açığa çıkar. Cümle saliklerin, taliplerin ve aşıkların, Kamil’in telkin ve irşadındaki Hak Cemali’ne yönelmelerinden, zamanın kamil’i Kıblegah olur. Yani Kamil’in telkini olan Allah’ın makamları aşıkların, ariflerin kıble’sidir. Yoksa kamil’in suretini şahsını kıble yapmak küfür ve açık şirk olup, büyük günahtır.
          Kur’an-ı Kerîm’de “O’nun vechinden / yüzünden başka her şey helâktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) buyrulur. Bu ve benzer ayet beyanlarından da anlaşıldığı gibi ehli aşk olan arif, kendinde ve cümle eşyada apaçık zahir olan uluhuyet’in yani Allah’ın makamlarndan başka bir şey görmediğinden, onun Allah’tan gayrı kıblesi olmaz. Çünkü Cenabı Hak, “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) buyrur.
       Secde yapmak, kulun Allah karşısındaki en tenezzüllü kulluk halidir. Bir mümin’in, Şeriat kurallarına riayetle vakit namazını kılarken, mihrab istikameti olan kıbleye yönelerek yaptığı secde, bunun ispatı olup kulun acziyetinin beyanıdır. Secde hakikatta ise, kulun yokluk / fena acziyetiyle Hakk’ın beka varlığına secde etmesidir. Çünkü âyette “Secde et ve yaklaş.” (Alak, 19) Hadis-i şerifte ise “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secde anıdır.” buyrulur. İşte hakikat’ın secdesi “melamet” marifetiyle kulun hiç bir nisbet varlığı olmadan, kendinin ve cümle âlemin mevcudiyetinde Hak’tan gayrı görmeyip, kulun yokluğuyla Hakk’ın varlığına secdesidir. Bunu beyanla Hz. Nesimi, hakikat’tan nasiplenmemiş, kendindeki ve cümle eşyadaki Hak’tan cehaletle perdeli olan sofular, secdenin hakikatı’ı mahiyetinden gafletle, şeriat’ın emri gereği yalnız mihrab istikameti olan kıbleye yönelip secde ederler diyor. Ve devamla Melamet marifeti beni Hakk’a, dost ettiği gibi, beni Hakk’ın Dost tecellisine mazhar kıldı ve Dost ile Dost oldum diyor. “Melamet” marifeti ile yaptığım telkin ve irşadımdaki Allah’ın makamları, cümle salik, talip ve aşıklara “kıblegah” olup, bu mazharıyetimden kime ne buyuruyor.


                              NESİMİ’YE SORDULAR
                              YARİN İLE HOŞMUSUN  
                              HOŞ OLAYIM OLMAYAYIM
                              OL YAR BENİM KİME NE
      Hz. Nesimi, Evladı Resul ve Melami ruhaniyet ve neşesiyle yaşamış olan  zamanının Kamil’i mürşididir. Kamil, daima kendinde ve cümle eşyada tecelli eden meratibi ilahi ile, yani Allah’ın makamlarıyla meşgul olur. Kamil bu marifeti ile, bu alemde ve cümle alemlerde Hak’la var olup beka bulur. Bunu beyanla Cenâb-ı Hak kudsî hadiste, “Beni talep edene bulunurum, kime bulunursam onu âşık ederim, kimi âşık edersem onu ârif ederim, kimi ârif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi katledersem onun diyeti ben olurum, kimin diyeti ben olursam onunla benim aramda fark kalmaz.” Buyurur.
          Rivayet olunur ki, Bağdat halifesi mecnun haline acıyıp, onları birleştirmek için Leyla ile Mecnunu huzuruma getirin diye emreder. ve          Leyla ile mecnun gelir.
          Halife: ey mecnun nasılsın dediğinde,
          Mecnun: “ben olda bil” der.  
         Halife: “işte leylayı sana vereyim sen Leyla’yı al, bu hasret sona ersin de kendine gel” dedi.
        Mecnun ise: “Leyla benim, beni bana nasıl verirsin” der.
        Halife: Leylaya sen söyle diye emreder.
        Leyla: Ey Mecnun ben leylayım. Dediğinde
        Mecnun:”Eğer sen Leyla isen ben kimim? Leyla ikimidir ki, deyip leyla’ya bakmadan, Leyla Leyla diyerek oradan gider.
         İşte insanı Kamil’in mazharıyetinden gafil ve habersiz olan kimselerin: ”yarin ile hoşmusun” Yani din’le aran nasıl, İbadetlerini yapabiliyormusun, Allah’la aran nasıl iyimi, mahiyetindeki sorularına cevaben Hz. Nesimi, İlahi sevgili olan o yar’im, yokluğumda tecellisi ile var olup benim kulluğumda zahir olandır, irfaniyeti ile, ”Hoş olayım olmayayım ol yar benim kime ne”  diyor.
       Cahiller tarafından şehid edildiği rivayet olunan Nesimi Hz. lerinin, “Haydar Haydar” olarak halk arasında meşhur olan, ”Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime” İlahi’sinin şerhi / açıklaması hatalarıyla beraber tamam oldu. Vesselam. 






15 Ekim Çarşamba 2008 
 Nejdet Şahin
drannat

Hiç yorum yok: