18 Haziran 2011 Cumartesi

MELAMİ ZÜMRESİ

Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.lerinin ikinci kuşak halifelerinden olan, Prezerenli Hacı Ömer Lütfü Hz.lerinin, “Melami”leri anlatan bu ilahisi, Kemal zurnacı hz.  leri tarafından, tarafıma tembih edilmiş olup, Allah'ın izni ile mazharıyetimiz nisbetinde açıklanmasına başlanmıştır. Kul gayretin mazharı olması itibarıyla, gayret bizdendir, tevfik başarı, hidayet zuhuruyla mümin kullarını ihya eden ve öğünmeye yegane layık olan Allah’tandır. Selam, yaratılanlar içerisinde, hidayet zuhurunun en kamili, ve baş mazharı olan, Hz. Muhammed Sav.'e, ve O’nunla her zamanda mevcut ve beraber olan, evladı Resuledir. Arifi Billah, Kamili Mürşid, Hacı Ömer Lütfü Hz.leri buyurdu.

VAHDETİ KESRETTE BULMUŞ HAKKI HEP EYLER ŞUHUT
SANMAYIN Kİ EHLİ GAFLETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
Vahdet; Cenab-ı Hakk’ın zatı sıfatlarından olan vahdaniyeti, yani ‘bir’ olmaklıkla olan zuhurudur. Kesret ise, bu görünen bilinen, ve Cenab-ı Hakk’ın gayrısı zannedilen cümle alem ve eşya denilen çokluktur. Kesret yani çokluk, bu alemde akıl baliğ olan herkesin bilip, gördüğü ve tanıdığı her şey olup, zuhurundaki tesiriyle, nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan, Hakk’ın varlığını kulun müşahadesine, mani, engel olan her bir şeydir. Gaflet ise uykudur. Uyuyan kimsenin yakınında ve uzağında olandan bitenden habersiz olupta uyanıkların gördüklerinden, yaşadıklarından habersizliğidir. Cenab-ı Hak, bir çok Kur'an ayetinde kulun varlığında ve bu görünen alemi kesrette mevcut olduğunu beyan eder. Mesela ”Yemin olsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biliyoruz. Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf-16). Başka bir ayette ise, “…O nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid-4) yine başka bir ayette ”…O’nun vechinden / yüzünden başka herşey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas-88) Gibi ilahi beyanlarla cenabı Hak, kulun nefsinden, ve bu görünen cümle varlıklardan uzak ve ayrı olmadığını ifade eder. Fakat gaflet ehli olan kimseler, Hakk’ın nefsimizdeki ve cümle eşyadaki mevcudiyetini bilmeden yaşayanlardır. Allah’ı bilenler ise, iki kısımdır;
 1-Deliller ile Rabbı’nı bilenler
2- Hakkel yakınlıkla Rabbı’na kavuşanlar
Cenabı Hak, delillerle iki yolla bilinir; Biri zıddiyet, diğeri ise, aynıyet yoludur ki, zıddıyet yolu, Allah birdir, kulları çoktur, Allah herşeye kadirdir, kul ise acizdir, Allah bir şeye benzemez, kul ise benzer, gibi mukayeselerdir. Ayniyet, yani benzerlik yolu ise; Allah’ın hayatı vardır, Kulunda hayatı var, Allah duyar, işitir, kulda duyar işitir, Allah görür, kulda görür, vb. Gibi, Hakk’a ait olan sıfatı subutiye ye kulun mazhar olması itibarıyla olan aynıyet tir. Aynıyet ve zıttıyet yoluyla Hakk'ı bilenler, ilmi zahirin, ve ehli tarikin, en bilgili olanlarıdır ki, bunlar Allah’ı böyle bilerek ona iman ederler. Bunlar sıfatlarıyla, esmalarıyla ve efaliyle Cenabı Hak bu alemde tecelli eder anlayışındadırlar. Fakat mefsuf ve müsemma olan, zatı ilahi’den gafil olduklarından, mefsuf, müsemma ve fail, olan Allah’ın zat’ı mevhumdur, bu alemde bilinmez ve görünmez zannederler. Böylece Fail, müsemma ve, mefsuf olan Hakk’ın zatı’nı, görünmezlikle kaydedenlerdir vesselam. Hakkel yakınlıkla Rabbı’na kavuşanlar ise, Kuran’ın, “Onlara ayetlerimizi afaklarında ve enfuslarında göstereceğiz. Ta ki onun hak olduğu kendilerine ayan beyan / apaçık belli olsun” (Fussılet-53) Beyanının mazharı olup, kendi nefsinde ve, afakındaki cümle alemde, eşyada Hakk’ın gerek sıfatlarını gerekse esmalarını ve gerekse efalini müşahade ettiği gibi, mefsuf, müsemma, ve fail olan zatı ilahi’ye ulaşıpta vasıl olanlardır. Bunlar, kendilerini ve afak olan cümle alemi, Hak’tan gayrı görmeyip, hep Hak’la kayıtlamış olan, ehli hakikat tır, yani tevhidi hakiki ehilleridir. Melami zümresi, Pir Seyyid Muhammed Nur Hz. lerinin şahsında, tasnifi ve tarifi açığa çıkmış olan, mesleki Resulu melamiye seyri süluku’nu görmüş olanlardır. Bunlar daim zikir uyanıklığı ve, makamatı tevhidin fena-i efal, fena-i sıfat ve fena-i zat keşfi irfaniyetiyle, kendi nisbet varlıklarını, ve cümle alemin nisbet varlığını fena etmiş, yani yokluğuna Arif olmuş, tecelli efal, tecelli sıfat ve tecelli zat müşahadesiyle, Hakk’a kavuşmuş olanlardır. Bunlar Hakk’a vasıl olduklarından her tecellide, daima Rabbı’nı müşahade ederler. Bu itibarla Melamiler, bu alemi kesrete, yani cümle eşyaya, gafiller gibi vücut nisbet etmediklerinden, kendilerinde ve bu alemi kesrette / çoklukta, “bir” olanı, yani vahdet’i ilahi’yi müşahade ederler. Ki, Hacı Ömer Lütfi Hazretleri; Melami’leri gaflet’te zannetmeyin. Onlar, kalplerindeki zikri daim uyanıklığı ve makamatı tevhidin keşfi irfaniyetiyle, cümle kesret aleminde vahdeti, yani “bir” olan Hakk’ı müşahade ederler, görürler buyuruyor .

NURU ŞEVKİ İLE MÜCELLADIR MEDİSİN SİNESİ
BATINEN  DERYAYI VAHDETDİR MELAMİ ZUMRESİ
Kuran-ı Kerim’de “İman edenlerin kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olur. Şüphesiz kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükun bulur” (Rad-28) Buyrulur. Hz. Resulullah efendimiz ise;“ Kalpler demir gibi paslanır nasıl ki demirin cilası var ise, kalbin cilası da zikrullahtır.” diyor. İşte Melamiler, bu kalbin cilası olan zikrullah’a aşinadırlar. Pir Seyyid Muhammed Nur hz.leri; “Kalbi zikir, daim zikri meydana getirir, hasıl eder.” Diyor. Ki, Melamiler kalbi zikir telkin ve irşadıyla, daim zikre mazhar olduklarından, onların kalplerinde Allah’tan gayrı, masiva muhabbeti olmaz. Zikri daim hangi kalpte hasıl olursa, o kalpte, Allah’ın muhabbeti galip olur, ve o kalp zikri daim cilasıyla mücella, yani parlamış ve aydınlanmış olur. Batınen “deryayı vahdettir” demek ise; Melamilik fenafillah olmak, yani nisbet varlığını Hakk’ın varlığı mevcudiyetinde, fena / yok etmek, ve kötü ahlakı terk edip, güzel ahlakı sahiplenmek ve Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bu itibarla Melamiler, sureta herkes gibi zahiren meşru olan beşeri faaliyetlerle meşgul olurlar. Dinin şeriat ahkamı olan, emir ve yasaklara kesinlikle riayet ederler. İçinde yaşadıkları toplumun, meşru olan, ahlak ve örf ile yaşayıp, Halk içindeki aydınların, kılık ve kıyafeti her ne ise onu  giyerler. Melamilerin zahiren halktan kendilerini farklı gösterecek, herhangi bir faaliyetleri, davranışları ve kılık kıyafetleri olmadığı gibi, onlar güzel ahlakla, yani Muhammedi ahlakla ahlaklanma, ve Muhammedi bir kulluğa ulaşma gayretiyle yaşarlar. Bu itibarla Melamiler, batınen zikri daim uyanıklığı ve makamatı tevhid keşfi irfaniyetiyle, kendilerinin ve cümle eşyanın varlığını, Hak’tan gayrı görmeyip, Hakk'ın mevcudiyeti olarak müşahade ettiklerinden, derya-yı vahdet’tirler, yani ’Bir’ deniz olan Hak’ın varlığıyla var olup yaşarlar. Buyruluyor.

HAMSEYİ ALİ ABANIN AŞK İLE MEFTÛNUDUR
GÜLBUNİ BAĞI MUHABBETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
Hamseyi Ali Aba; yüce örtünün, Yani Hz peygamber efendimizin örtüsü  altındaki beş kişi demektir. Ki, bunlar; Hz  Resulullah sav. İle beraber Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, ve Hz. Hüseyin dir. Hristiyan rahipler Hz.Resulullah’ı yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine vahiy geldi ve “ …de ki; oğullarınızı ve oğullarımızı, kadınlarınızı ve kadınlarımızı, kendinizi ve kendimizi alıp meydana çıkın. Kim yalancı ise lanetleşelim / Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun diyelim.”(Ali imran-61) Ayeti inzal oldu. Bu ayet vahyolunca Hz. Resulullah Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’i alıp, hep beraber beş kişi lanetleşmek için meydana çıktılar, Fakat Hıristiyan rahipler korktukları için meydana çıkmadılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz abasını, yani örtüsünü sırtından çıkararak, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, ve Hz. Hüseyin’i örttü ve “Benim ehlibeytim / ev halkım bunlardır”. Buyurarak, “Hamseyi ali aba”yı  gösterdi.
Kuranı kerimde “…O Allah’ın Resulu ve Nebilerin sonuncusudur…” (Ahzap 40) buyrulduğundan Hz. Resulullah efendimiz Peygamberlerin sonuncusu olup, ondan sonra peygamber gelmemiştir ve gelmeyecektir. Hz. Resulullah'tan sonra tebliğ ve irşad, ise, insanı kamil olan veliler tarafından ifa edilir. Nubuvveti teşria, Yani Nubüvvet açıklaması olan, bu tebliğ ve irşad, velayet yolu ile, Evlad-ı Resul tarafından yapılmaktadır, ve kıyamete kadarda yapılacaktır. Evlad-ı Resul ise üçtür. Birincisi; Yukarıda ifade edilen Hamse-i Ali Aba olan, Hz Ali, Hz Fatma, Hz. Hasan, Hz Hüseyin ve evlatlarıdır. İkincisi, manevi Ehlibeyt / Evlad-ı Resuldür ki, bunlar, Hz Peygamber Efendimizle, herhangi bir soy yakınlığı ve akrabalığı olmadığı halde, Nur’u Muhammed sav’e mazhar olanlardır. Peygamber efendimiz; “Allah beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı” Buyurmuşlardır. Ki, bu yaratılma cümle müminleri kapsadığı gibi, mesleki Resul’u melamiye irşadıyla hasıl olan, Nur’u Muhammed mazharıyetiyle kulun, Hakiki / Gerçek mümin olup, makamı insana ulaşarak insanı Kamil olmasıdır. Bunu beyanla Hz. Peygamber efendimiz, “Selman benim Ehli Beyt'imdir” buyurmuştur ki, Selman-ı Farisi’nin, Hz. Resulallah’la soyca herhangi bir yakınlığı, akrabalığı yoktu. Çünkü kendisi Farisi, yani İranlı idi. İşte Selman gibi Peygamber Efendimizle soyca bir akrabalığı olmadığı halde, manevi yönden Ehli beyt, evladı Resul, olan başka sahabeler de vardı. Manevi Evladı Resul, Nur’u Muhammed’in mazharı olan velilerdir. Bunlar, Hz. Peygamber Efendimizin unsur bedenle bu alemde zuhurundan evvel de vardılar, sonrada olmuşturlar, halen de  var ve mevcut olup, kıyamete kadar da bu alemde olacaklardır. Bunu beyanla Kuran’da, ''Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar inkarcılara karşı çetin, aşılmazdırlar. Kendi aralarında ve müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde ve rûkû ederler. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk isterler. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil'de ise ekin filizi …ile misallendirdik...'' (Fetih-29) Buyurulur. Bu itibarla, Nur’u Muhammed 'e mazhar olan Evlad-ı Resul, Hz. Peygamber efendimiz, unsur bedenle bu aleme teşrif etmeden evvel de var ve mevcut olduğundan, Tevrat’ta ve İncil’de bunların vasıfları beyan edilmiştir. Ki, Tevrat Hz. Peygamberin bu alemde unsur bedenle zuhurundan, yaklaşık 1200 yıl önce Hz. Musa’ya, İncil ise 600 yıl önce Hz. İsa’ya vahiy olmuştur. Cümle peygamberler ve veliler, zamanlarında Nur’u Muhammed sav. Mazhariyetiyle tebliğ ve irşad yapmışlardır. Velhasıl, Nur’u Muhammed mazharıyetiyle ehlibeyt / evladı Resul olan bu velilerin, velayet yoluyla olan tebliğ ve irşadları halen devam etmekte, ve kıyamete kadar devam edecektir. Üçüncü olarak Evlad-ı Resul olanlar ise, hem soy itibarıyla, hem de Nur’u Muhammed’in mazharı olanlardır. Bunlar, başta yukarıda ifade edilen, Hamse’yi ali abadır. Ki, Hz Ali kv. Soy itibarıyla Hz Reslullah’ın amca oğlusuydu, ve kızı Fatma ile evlenerek’te onun damadı oldu. Hz. Ali hakkında Peygamber Efendimiz, “Alemlerin Rabbı olan Allah benim Mevlamdır / dostumdur, ben kimin mevlası /dostu isem, Ebu Talibin oğlu Ali’de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostum’dur, Ali'ye düşman olan bana düşman’dır. Ruh’u Ruh’um’dur, kanı kanımdır, cismi cismimdir, ey insanlar size iki emanet bırakıyorum, eğer bu emanetlere sahip çıkarsanız biliniz ki bu emanetler cennetin Kevser havuzunda birleşirler. Bu emanetlerimin birisi, Kuran’dır, ikincisi ise ehli beytimdir”. Buyurmuştur. Hz.Ali, her an ve her zaman Hz Resulullah’ın yanında yer almış, ve O’na hemdem olup, daima en yakınında bulunmuştur. Ki, bu hemdem olma, yani yakınlık soy yakınlığından ibaret değildir, soy yakınlığı olan, akrabalıkla kemalat ve marifet hasıl olmuş olsaydı, Hz. Resulullah’ın amcası olan “Ebu Leheb” iman ederdi. Ki, onun hakkında Kuranı Kerimde; “Elleri kurusun Ebu Leheb in zaten kurudu ya ne malı kurtardı onu ne kazandığı alevli bir ateşe yaslanacaktır o karısı da öyle odun hamalı olarak gerdanında / boynunda bir ip olacaktır onun en sağlam fitillisinden”(Tebbet suresi) İnzal olmuştur. Ebu Leheb’in iki oğlu olan Utbe ile Uteybe, Hz Peygamber’in, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm, adlarındaki iki kızıyla evli olup, Hz Resulullah’ın damadı idiler. Hz Resulullah’a düşmanlıklarından iki peygamber kızına eziyet ettiler ve boşadılar. Eğer Peygamber Efendimize damat olmak ve o na soy itibarıyla amca oğlu olmak, akraba olmak yeterli olmuş olsaydı, bunlar küfre düşmezler ve iman ederlerdi. Bu itibarla, Hamse’yi ali aba mazharı olan, Hz. Ali’nin Resulullah Efendimize yakınlığı sadece soydan ibaret olmayıp, O’na iman edip, O’na sadakat ve teslimiyetindendir. Hz.Ali bu iman ve teslimiyetle, Nur’u Muhammed’e mazhar olup, velilerin şahı ve imam’ı olmuştur. Vesselam. Şeyhül ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri, ve Pir Seyyid Muhhammed Nur Hz.leri gibi olan veliler, ve mücedditler ise, hem soy, hemde manevi olarak ehli beyt ve evladı Resuldur. Velhasıl melami zümresi, Nur’u Muhammed’e mazhar olduklarından, manevi olarak ehlibeyt ve evlad-ı Resul 'dür.
 Hz peygamber efendimizin kokusu gül kokusudur, bunun için gül koklamak sünnet olarak kabul edilmiştir. Melamiler, daima Nur’u Muhammed'in zahir olduğu gül bağı ve bahçesi olan, evladı Resul meclisinden gıdalanıp nasiplendikleri için, Ehli beyt’in, evladı Resul’un bugünkü ve her zamandaki aşıkları ve tutkunlarıdır. Çünkü Kuranda “..De ki, ben bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” Şura(23) buyrulmuş olduğundan, Ehli beyti sevmek Kuran’ın buyruğudur. Vesselam.

MAZHAR OLMUŞLAR CİHANDA  'LAFETTÂH'IN' SIRRINA
MAHZENİ SIRRI FUTHUNDUR MELAMİ ZÜMRESİ
Hadisi şerifte; “Ali'den başka fethedici yoktur, Zülfikar'dan daha keskin kılıç yoktur.”buyrulur. Bu itibarla, “la fettah illa Ali”demek; ”Hz.Ali'den başka fethedici yoktur” demektir. Hz Resulullah efendimiz, kimseye verilmeyen ‘makamı mahmud’ la, Peygamberlerin şahı’dır, ve cümle Peygamberler Nur’u Muhammed mazhariyetiyle, peygamberliklerini ifa etmişlerdir. Hz Ali ise, velilerin şahı olup, makamı velayetin imamıdır. Hz Ali’nin Kılıcının ismi ise, ‘Zülfikardır’, ve iki çatallı ucu olan bir kılıçtır. Mana ve hikmet itibarıyla ise, zülfikar’ın bir çatalı, Velilerin fenafillah irfaniyetini, diğer çatalı ise, Bekabillah marifet ve kemalatını remzeder. Fetih ise, açılmak, açmak demektir. Ki, cümle insanlık cehalet ve zanlardan oluşan anlayışlarından, peygamberlerin ve velilerin, tebliğ ve irşadıyla aydınlığa çıkmış, yani fethe mazhar olmuşlardır. Peygamberlerin hatemi, yani sonuncusu olan Hz Resulullah’tan sonra, bu tebliğ ve irşadla yapılan fetih, veliler tarafından ,velayet yoluyla, fenafillah ve bekabillah marifeti irşadıyla yapılmıştır ve halen yapılmaktadır. Bu itibarla cümle velilerin irşadında yani Fethinde, velayet mevcut ve zahir olduğundan, velayet’in imamı olan Hz Ali, “la fettah”tır, yani “Ali’den başka fethedici yoktur”.Başka bir ifadeyle, Hz.Ali’nin Fenafillah ve Bekabillah marifeti kılıcı olan ,Zülfikar’la yaptığı fetih, her zamandaki ve bugünkü insanı kamil olan velilerin, yani Kamil’i Mürşidin irşadında mevcuttur. İşte tüm insanlık, yaradılışının yüce gayesi olan yaradanına, yani Rabbı’na, bu alemde vuslat edebilmesi için, Mürşidi kamil olan velinin, ‘zülfikar’la, yani fenafillah ve bekabillah marifetiyle olan irşadı fethine muhtaçtır. Çünkü bir kimsenin başka bir şekilde kulluğunu kemale ulaştırıp, insanı kamil olması mümkün değildir. İşte bunu beyanla Hacı Ömer Lütfi Hazretleri; Melami zümresi, “la fettah” Sırrı olan marifetin mahzeni olup, fenafillah ve bekabillah irşadıyla olan bu fethin, cihandaki, yani bu alemdeki yegane mazharıdırlar. Diyor.

NURİ ZİKRİ HAK İLE SEYRİ MAKAMAT ETTİLER
KAŞİFU SIRRI VELÂYETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
“Nuri Zikri Hak” demek, zikri daimden hasıl olan aydınlık demektir. ”Seyri makamat” ise; meratibi tevhidin müşahadesi demektir. Kuran’da “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve şu büyük Kuran’ı verdik. ”(Hicr-87) Buyrulmuştur. Bu “tekrarlanan yedi ayet” mesleki Resulu melamiye de telkin edilen, tevhidin yedi mertebesidir. Bu mertebelerin keşfi irfaniyetine ulaşabilmek için, zikri daim uyanıklığı gereklidir. Zikri daim uyanıklığı olmadan hiçbir tevhid mertebesinin seyrine, yani müşahadesine ve irfaniyetine ulaşılmaz. Herkes zikir den bahseder. Fakat kulaktan dolma bilgilerle, şu kadar bu kadar sayı ile, adetle tesbih çekmeyi, kulu kemale ulaştıracak olan zikrullah zannederler. Bunlar Hakk’ın muradı üzere olan zikrullah değildir. Kuranda; “…bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin. (Bakara-239) Buyrulur ki, Cenabı Hak kendisinin hangi ismiyle, nasıl,  ve ne şekilde zikredileceğini yine Kuran’daki: " Hakiki/gerçek müminler onlardır ki Allah zikredildiğinde kalpleri titrer..." (Enfal-2) Başka bir ayette ise “Müminlerin kalpleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın/dikkat edin, kalpler ancak zikrullah ile tatmin olur” (Rad-28) Beyanlarıyla bizlere açıkça bildirmiştir. İşte bu ve benzeri ayet beyanlarından da açıkça anlaşıdığı gibi, Cenab-ı Hak, isimlerinden “Allah”ismiyle, ve müminlerin kalp’leri ile kendisini zikretmesini istiyor. Çünkü Allah ismi, makam itibarıyla uluhuyet mertebesinin  ismidir, ve uluhuyet mertebesiyle Cenab-ı Hak cümle isimleri kendinde toplamıştır. Allah ismi, esma yönüyle ise, ismi celal’dir. Kalp ise, cümle azaların merkezidir ki, kul’un kalbinde hangi fikir ve anlayış hakim olursa, kulun diğer cümle azaları kalpteki o fikre, anlayışa tabi olur. Bu itibarla Cenabı Hak, uluhuyet makamının ismi olan Allah ismiyle, ve merkezi aza olan kalple zikredilmesini buyuruyor. Ki, Allah esma itibarıyla Celal olduğu için, kulun kalbindeki gayrıyeti, masivayı yakıp yok ederek, Allah muhabbetini hakim kılar, ve makamatı tevhidin keşfi aydınlığına hazırlar. Yine Kuranın "…siz ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…" (Nisa 103) Başka bir ayette ise ”Aklını işleten gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler…”(Ali İmran-191) Beyanlarından da açıkça anlaşıldığı gibi, Cenab-ı Hak, kendisinin “Allah” ismiyle ayaktayken, otururken, yatarken, yani, her pozüsyonda ve her nefeste zikredilmesini buyurduğu gibi, böyle her nefeste zikri daimle kendisini zikredenleri de, örnek olarak gösteriyor. Velhasıl, Kuran’da açıkça beyan edilen zikrullah, filanca alimin veya mürşidin, şu kadar bu kadar sayıyla, yani adet’le yapın dediği tesbihat değildir. Kuranın yapılmasını buyurduğu zikrullah, ancak “İnsanı kamil” olan bir Mürşid tarafından, saliğe tarif ve telkin edilir ki, kul ancak bu zikri daim uyanıklığıyla, makamatı tevhidin müşahadesine, ve velayet’in sırrı olan keşfi marifete ulaşır. Çünkü Velayet’in sırrı, Kulun cümle nisbet varlık zanlarından, tevhidi efal, tevhidi sıfat, ve tevhidi zat makamlarının keşfi irfaniyetiyle kurtulup, gerek kendinde gerekse cümle alemde Rabbı’ndan gayrı görmemesidir. Ki, Hacı Ömer Lütfi Hz. Leri, Melami zümresinin, zikri daim aydınlığı ve meratibi tevhidin irfaniyetiyle, velayet’in sırrı’ı keşfine mazhar olduklarını beyan ediyor.

“OLDULAR İRFAN İLE KUR’ANI HAKKA TERCÜMAN
ARİFA BURHANI HUCCETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Pir Seyyid Muhhammed Nur Hz.leri “Kuran-ı Kerim dört ilim, yedi makam üzere inzal olmuştur.”buyurur ki, Kuran’ın sırrı olan bu dört ilim; İlmi Şeriat, İlmi tarikat, İlmi Hakikat ve İlmi Marifet’tir. Yedi makam ise, mesleki Resul’u melamiye telkini olan yedi tevhid mertebesi, yani yedi meratibi ilahi’dir. Mesleki Resul’u melamiye irşadına mazhar olanlar, Allah’ın emir ve Yasakları olan, ilmi şeriata kesinlikle riayet ederler. Yer yüzünde ahkamı şeri’at’a, hiçbir kimse riayet etmeyip muhalefet etse, Melamiler tek başına da kalsa, o, muhakkak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eder.
 İlmi Tarikat yol’dur, yani Hak yolu demektir. Bu yol kul’un kendi nefsidir. Çünkü Hadisi şerifte; “Allah’a giden yol nefsinizin / kendinizin üstünden geçer”. Buyurulur. Yine Hz. Peygamber efendimiz “Allah’a giden yol sizin nefesleriniz adeti kadardır” diyor. Bu itibarla kulun nefsi, yani kendisi, aynı zamanda onun Rabbı’na vuslat yoludur, tarikidir. Bir kulun Rabb’ına vuslat yolu olan, kendi şahsının / nefsinin, gerek zahiren, gerekse batınen, yani dışının ve içinin tertemiz olması lazımdır. İşte bu temizlik, ancak mesleki Resul’u melamiye telkini olan, Kulun zahirinin Hz. Muhammed sav. ahlakıyla ahlaklanması, Batının ise, zikri daim tarifiyle, gayrıyet masiva muhabbetinden arınarak, zahiren ve batınen, yani içinin ve dışının tertemiz olmasıdır. Velhasıl, her kim, mesleki Resul’u melamiye irşadıyla, bu ahlakı Muhammed’e ve zikri daim’e mazhar olursa, ancak o kişi ehli tarik’tir, yani kulu Rabbı’na vuslat ettirecek yola girmiş olan, Hak yolunun / tariki’nin yolcusudur.
 İlmi Hakikat; Mesleki Resul’u melamiye irşadıyla, Kulun nisbet varlığının yokluğuyla ulaştığı, Vahdet mazharıyetiyle, hakikatı ilahiye dahil olup, daima Hakk’ı görmesidir.
 İlmi marifet ise; Hakk’ın kendi vahdetinden hasıl ettiği, ve nihayetsiz kesret alemini oluşturan esmaların, sırrı mahiyeti olan marifet ve kemalat dır. İlmi marifet, mesleki Resul’u melamiye irşadı olan, fenafillah ve bekabillah makamlarının keşf-i marifetine mazharıyetdir. Pir Seyyid Muhammed Nur Hz leri, “Nübüvet ikidir, biri nübüvvet-i risale, diğeri ise nübüvvet-i teşriadır.” Buyurmuşlardır. Kuranı Kerimdeki ”Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. O Allah’ın resulu ve nebilerin sonuncusudur…” (Ahzab-40) beyanından da anlaşıldığı gibi, Nübüvvet-i Risale Hz.Muhammed Sav. ile son bulmuştur. İkincisi olan nübüvet-i teşria ise, makamı Nubüvvet’in, Veliler tarafından açıklanıp beyan edilmesidir ki, Nubüvvet-i teşria, velayet yoluyla halen devam etmektedir. Veliler peygamber olmadıklarından onlara vahy gelmez, Fakat ilhama mazhardırlar. Bu veliler, Kuran’a bağlı olup, Kuran’la amel ederler. Bunların kemalatı, Kuran’ın sırrı mahiyeti ve Mesleki Resul-u Melamiye irşadı olan, İlmi Şeriat, İlmi Tarikat, İlmi Hakikat, İlmi Marifet ve yedi meratibi ilahi kemalatıdır. Ki, bunlar aynı zamanda, Hz. Ali’nin, “Ene natıkul Kuran / Ben konuşan Kuran’ım” buyurduğu marifet’in bugünkü Mazharlarıdır. Velhasıl bu beyitlerde Hacı Ömer Lütfü Hz. Leri, Melamiler Kuran’ın sırrı olan, dört ilim ve yedi mertebe-i ilahi irşadıyla, Kuran-ı Kerim’in her zamandaki ve bu günkü tercümanıdırlar. Nübüveti teşri-a mazharı olan Melamiler, Hak taliplerinin ve aşıklarının burhanı, yani yol göstericisi olup, onları irşad ederek, Ehli irfana yol gösterirler, diyor.
 Bazıları Melamiliği, Birinci dönemi Hamdun Kassar, ikinci dönemi Bıçakçı Ömer Dede, üçüncü dönemi ise, Pir Seyyit Muhammed Nur devresi / dönemi olarak tasnif ederler ki, Melâmîliği böyle üç döneme ayırıp tasnif etmek, cehalettir, büyük bir yanılgıdır. Çünkü Melâmîlik Kuran’ın sırrı olan, dört ilim ve yedi mertebe-i ilahi irşadıyla, fenafillah’a ulaşıp kötü huyları terk ederek, güzel huylara sahip olup Hz. Resûlullah Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Bu itibarla Melâmîlik, Hz. Adem’den Hz. Resûlullah Efendimiz’e kadar, gelmiş cümle peygamberlerin değişmez vasfı olduğu gibi, gelmiş ve kıyamete kadar gelecek olan cümle insan-ı kâmil olan evliyanın da müşterek, değişmez vasfıdır.
Her zamanda Hakk’a kavuşmuş olan insan-ı kâmil, muhakkak Melâmî’dir. Ki, çeşitli zaman ve coğrafyada yaşamış olan velîlerden: Yunus Emre Hazretleri, Melâmî olduğunu beyan ediyor. Niyazi Mısrî Hazretleri Melâmî olduğunu beyan ediyor. Muhittin Arabî Hazretleri, Nesimi Hazretleri, velhâsıl Hakk’a vasıl olan cümle ehl-i kemâl Melâmî olduklarını beyan ediyorlar. Bunlar değişik yolların, tarîkatların müntesipleri olmalarına rağmen, hakikate vâkıf ve Hakk’a vâsıl olduklarından, Melâmîliğe ermişlerdir, vesselâm.
Bu itibarla Melâmîlik, üç dönem veya belli zamanlara mahsus olmayıp, tüm zamanlardaki peygamberlerin ve ehl-i kemâlin mertebesidir.
19. yüzyıldaki Melâmîliğin seyr-i sülûk tasnifi, Pîr Seyyit Muhammed Nur Hazretleri tarafından yapılmış, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılda da halifeleri vasıtasıyla Melâmîliği telkin ve târif ederek, irşâd etmişlerdir ve etmektedirler. Pîr Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin târifinde Melâmîlik; fenâfillah olmak, kötü huyları terk edip güzel huylara sahip olup, Hz. Resûlullah Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmak olarak târif edilir.
Kur’an’da Melâmîlik hakkında ise, “Ey inananlar, içinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki; Allah onları sever, onlar Allah’ı severler, onlar müminlere karşı boyunları büküktür / mütevazı ve merhametlidirler. Kafirlere karşı başları dik / izzetlidir. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın levminden / kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsândır…” (Maide, 54) buyrulur. Ehl-i kemâl, bu âyetin Melâmîleri târif ettiğini ifade etmişlerdir. Çünkü kınayanın kınamasına aldırmamak Arapça ‘levm’ kelimesidir ki, bu kelime kınanmak mânâsında olup, melâmet demektir.
Melâmîler Allah’ı sevdikleri gibi, Allah da onları sever, yani Allah’la sevişirler. Melamiler dâima Hak’la vuslatta olduklarından, onlar bu vuslattan mahrum olmaktan, Hakk’ın kendilerini kınamasından ve Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet etmemekten korkarlar. Halkın onları cehalet ve gafletle kınamasına aldırmadıkları gibi, cehalet ve zulme, irfâniyet ve kemâlatlarıyla dik ve çetin durup, boyun eğmezler. Hidâyet tecellilerine ve müminlere karşı ise, mütevazı ve hürmetlidirler.
Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabî Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde “Melâmîler; bunlara melâmetçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendi de Resûlullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teala’nın emir ve yasaklarını bu âlemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” diyor. Ki, kendilerini Melâmî olarak adlandıran bizler ise; o makam-ı melâmetin adaylarıyız, melâmet yolunun yolcularıyız, vesselâm.

NEŞVEYİ CÂMİ BEKÂDAN OLMASI MI NEŞ’EZİZ
ZAİKİ SEHPAYI VUSLETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
“Neşveyi cami beka” demek; Bekabillah mazharı olup, Hakk’ın her tecellideki zuhuruyla kulun şereflenip ebediyen zevki ilahi ile neşelenmesidir. Fakat kulun bu neşeyle, yani bekabillah marifetiyle zevklenmesi için, kendinin ve cümle alemin nisbet varlığını, fena-i ef'al, fena-i sıfat, fena-i zat irfaniyet sehpasında idam etmesiyle, yani fenafillah yokluğuna ulaşmasıyla mümkündür. İşte böyle bir yokluğa erenler ancak, “zaiki sehpayı vuslet”tir. Ki, onlar tecelli zat, tecelli sıfat, tecelli esma, ve tecelli ef’al keşfi kemaliyle, her bir tecellide Rabbı’na vasıl olurlar. Bu itibarla Melamilerin bekabillah makamlarının irfan ve kemalatıyla cümle tecellide Hakk’ı müşahadeyle ebediyyen neşelenip zevklenmesi, “zaiki sehpayı vuslet”, yani fenafillah yokluğuyla, Rabbı’na kavuşup, vasıl olmalarındandır, buyruluyor. 

“YOK KELÂMİ 'LEN TERANİ' MEN RE'ANİ' DİR  SÖZÜ
EHLİ DİLDİR EHLİ KURBETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Kuran-ı Kerim’de; ‘Musa,belirlediğimiz vakitte gelip Rabbi de onunla konuşunca şöyle dedi;’ey Rabbim bana görün sana bakayım.’Allah;’ len terani / sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse sen beni göreceksin’ dedi. Rabbi dağa gözükünce / tecelli edince dağ paramparça oldu, ve Musa da bayılıp düştü. Ayılınca, ‘Seni tenzih ederim beni bağışla ben inananların ilkiyim’dedi.’(Araf-143) buyrulur. Burada Hz.Musa’nın ”len terani / sen beni göremezsin” hitabına muhatap olması şöyledir; “hz Musa saikaya tutulmadan, yani kaydı ref olmadan / cümle kayıtlardan kurtulmadan, Rabbı’nı görmek istediği için, Rabbı O’na “len terani / sen beni göremezsin” buyurdu. Fakat Hz. Musa saikaya tutulup da, kaydı ref olunca / kayıtlardan kurtulunca, Rabbı’nı müşahade edip gördü, ve saikadan çıkıp kendine gelince, sana böyle inananların evvelkisi ben olayım dedi. Bu konuda Ehli kemal; “Hz Musa Ehadiyet mertebesiyle Rabbı’nı görmek istediği için, “len terani-beni göremezsin” hitabına muhatap oldu, fakat sonra saikaya tutulunca amacı olan  bu müşahadeye ulaştı, ve seni böyle görüpte mümin olanların ilki ben olayım demesinden de anlaşılıyor ki, O nun zamanında bu müşahadeye, ancak hz Musa mazhar olmuştur”. Demişlerdir.
 Hz. Resulullah Efendimiz “Men reani fekad reel Hak / Beni gören Hakkı görür” buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın bu alemdeki tecellileri, iki büyük ana isminin tesiriyle olur. Ki, bu isimlerin biri ismi celaldir, diğeri; ismi cemaldir. Cümle tecelliler ve isimler, bu iki ana ismin tesiriyle zahir olduğundan, celal isminin tesirindeki ismi mudilin, yani delaletin baş mazharı iblistir. Cemal isminin tesirindeki hidayet zuhurunun baş mazharı ise, Hz. Resulullah Efendimizdir. Cenabı Hak, cümle eşyada mevcut ve apaçık olduğu halde, kullar tarafından görülmez. Kulun Rabbı’nı görememesi, onun gaflet ve delaletidir. Kulun Rabbı’nı görüp, O’na kavuşması ise, gafletten uyanıp Hz.Resullullah’ın baş mazharı olduğu hidayete ulaşmasıyla mümkündür ki, bu hidayet, Nur’u Muhammed sav. Mazhariyetidir. İşte bir kimse bu mazhariyetle ancak, Rabbı’na vasıl olup, O’nu görüp müşahade eder. Bunu beyanla Hz. Peygamber Efendimiz, “Beni gören Hakk’ı görür” buyurmuştur. Yani Hidayeti Nur’u Muhammed görüş ve müşahadesine mazhar olan ancak Hakk’ı görür, demektir. İşte, Melami zümresi hidayeti nur’u Muhammed’e mazhar oldukları için, onların marifeti “len terani / beni göremezsin” olmayıp “men reani / beni gören Hakk’ı görür” müşahadesidir. Vesselam. Çünkü hidayeti Nuru Muhammed’in, tevhidi hakiki keşfi irfaniyeti zuhurundan, gafil olan ehli zahir, ”len terani” beyanını delil yaparak, bu alem de kulun Rabbı’nı göremeyeceğini zanneder, ve her tecellide mevcut olan Rabbın’dan gaflet eder ve onu göremez. İşte mesleki Resul’de meratibi tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olan Melamiler, her tecellide Rabbı’nı gördükleri gibi, Melamilerin irşadına mazhar olanlar da, Rabbı’nı görürler. Bunu beyanla Hacı Ömer Lütfi Hz.leri; ehli dil, yani gönül ehli olan Melamilerin, kalplerindeki kemalat, “len terani / beni göremezsin” anlayışı olan kulun gafletle Rabbın’dan perdelenmesi olmayıp,”men reani”, yani Nur’u Muhammed’e mazharıyetle, her tecellide Rabbını görmek kemalatıdır diyor.

“OLMASIN MI NEFHA-YI RAHMAN İLE PÜR FEYZİ SEFA
DAHİLİ GÜLZAR-I CENNETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Nefha yı Rahman demek, Rahmanın nefesi demektir. Mürşidi kamilin telkiniyle, zikri daim uyanıklığı ve meratibi ilahi’nin tevhidi zat irşadına mazhar olan kulun müşahadesinde, zatı ilahi mevcudiyetinden gayrı 0lmaz. Kuranın; "herkes fanidir/ yoktur, baki/var olan Rabbın Celal ve Kerem yüzüdür." (Rahman 26-27) Beyanı gereği, cümle tecelli Rabb’ın celal ve kerem, yani cemal yüzüdür, çünkü kerem cemal mazharıdır. Celal ve cemal isimlerin zuhuru ise kemal’dir ki, kemal’in cümle tecelliyi ihata edip kuşatması ise Rahmaniyet tir. Zatı ilahiden zahir olan her tecelli, Rahmanın bu ihata / kuşatıcılığı tesirinden dolayı Rahmanın nefesidir, yani nefha’yı Rahmandır. Gülzar-ı cennet demek, Kulun hidayeti Nur’u Muhammed mazhariyetiyle cennet-ül irfana bu alemde dahil olmasıdır. İşte Melamiler Nuru Muhammed’in zahir olduğu gülzara, yani evladı Resul meclisine manevi evladı resul olarak dahil olduklarından, onlar cümle alemin ve eşyanın varlığını, Rahmanın nefesi olarak görürler ve bugünkü irfan cennetinde, zevki ilahi mazharıyetiyle pür feyzi sefadırlar, yani irfan cennetinde ebediyen feyizlenip zevkullah’la yaşarlar. Bunu beyanla Hacı Ömer Lütfü Hz leri; Böyle bir feyze mazhar olan Melami zümresi, ilahi zevkin sefasını sürmesin mi diyor .

“HURİLERLE CENNETİN GILMANINA MAİL DEĞİL
AŞIKI DİDARI HASRETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Cennetler ikidir, Biri kulun bu alemde yaptığı güzel işler ve ibadetler karşılığında, alemi ahirette nefsini, huri, gılman, köşk vb.nimetlerle lezzetlendirdikleri amel cennetidir. Diğeri ise, zikri daim ve makamatı tevhid keşfi irfaniyetiyle, bu alemde kulun Rabbı’yla buluşmasının, zevk ve sefası olan, cennet-ül irfandır. İrfan cennetine kul bu alemde girer, ve hangi alemde olursa olsun, o cennetin zevkiyle yaşar, ve bir daha oradan çıkmaz. Ehli ukba olan kimselerin kulluk amacı, bu alemde nefisinin tattığı lezzetlerle, amel cennetinin nimetlerinden nefsini lezzetlendirmek, ve nefsini cehennemden halas etmektir. Onun kulluğunun en ala maksadı budur. Bunlar Allah’ın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçarlar, iyilikle meşgul olur kötülükten uzak kalırlar, fakat bunları yaparken maksadı, huri, gılman, köşk vb. gibi ahirette cennet nimetlerine mazhar olabilmektir. İşte bu anlayış kulu cehennemden uzaklaştırıp cennet-ül amele mazhar kılar, ve o kul ahirette amel cennetinin nimetlerinden nefsini lezzetlendirir. Fakat böyle bir kimsenin kulluğu, onu kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbın’dan gaflet edip uzaklaştırır. Çünkü böyle bir anlayışla olan ibadet ve kulluk, onu Rabbı’na kavuşturmadığından o kulu, Rabbı’na vuslat kemal ve zevkindende mahrum bırakır. Melami zümresi ise, zikri daim ve meratibi tevhid keşfi irfaniyetiyle, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan, Rabbı’na vasıl olduklarından, onlar irfan cennetine dahil olup, cümle alemlerde Rabbı’na vuslat zevk ve sefasıyla yaşarlar. Bu itibarla, onların kulluğu amel cennetinin nimetleri olan huri, gılman vb. leri için değildir. Melamiler, Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle uyarlar, şeriatın ahkamına muhakkak riayet ederler. Bu faaliyetleri ve ibadetleri, emri ilahi olduğu için kesinlikle yaparlar. Fakat Melamilerin Kulluk, ibadet gayesi amel cenneti nimetleri için olmayıp, Aşkı ilahiyle, nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan, Rabbı’nı müşahade ve her tecellide Rabbı’na vuslat kulluğudur Vesselam .

“SEMME VECHULLAHIN SIRRI ÇEŞMİ CANINDA AYAN
MATLA-I NUR-I BASİRETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Kuran-ı Kerim’de “…Feeynama tüvellu fesemme vechullah /…Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır”(Bakara-115) buyrulmuştur ki, “semme vechullah” demek, nereye bakarsak bakalım Allah’ın yüzü orada mevcuttur demektir. ”matla-ı nuru basiret “demek ise, kendimizde ve bu görünen suretlerde, ve cümle eşyada, Hakk’ın vechini görmek marifetidir. Hz.Resulullah efendimiz; ”Ey Allah’ım bana eşyanın iç yüzünü bildir” buyurmuştur ki, Hz Resulullah, bu beyanında kinaye ile bizlere, bu eşyanın, iç yüzü mahiyetini öğrenmemizi tembih ediyor. İlmi tevhid irfaniyetiyle hakikat ehli olanlar, halktan Hakk’a seyirle, bu cümle suretlerde ve eşyadaki, Hakk’ın mevcudiyetini müşahade ederler. Onlar Hangi surete baksalar, orada Allah’ın vechini, yani Rabbı’nı görürler. Çünkü Allah’ın makamı olan uluhiyet, ‘Rab’ olan Rububiyet le zahir olup görünür. İşte Melami zümresi, zikri daim ve makamatı tevhid keşfi irfaniyetiyle hasıl olan, bir basirete mazhar olduklarından, Onların gözleri her nereye baksa, cümle eşyanın hakikatı olan, “Semme Vechullah”ı, yani Allah’ın yüzünü görür. Ki, Melamiler bu irfaniyet ve basiretin, doğup zahir olduğu, yani açığa çıktığı yegane zümredir. Buyruluyor.

“SEB’AY ESVAT İLE HAVLU AMADA DEVREDER
TAİFANI BEYTİ İZZETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Seb’ayı esvat yedi ses demektir,havl”:etraf, “Ama” ise, Hakk’ın teklği, Zat’ı ehadiyetidir. “Havlu ama” Hakk’ın tekliğinin, etrafı demektir ki, bu etraf zatı tekliğin tecelileridir, zuhurudur. Beyt-i İzzet ise, beytullah, yani Allah’ın evidir. Hz. Peygamber’e ashabın, “Ya Resulallah; Allah alemi yaratmadan evvel nerede idi” sormalarına, cevaben Hz. peygamber, “Altı hava üstü hava olan makamı ama da idi”  buyurmuştur. Başka bir hadisi şerifte ise, ”Allah var idi onunla bir şey yok idi” buyrulduğunda, o mecliste bulunan Hz.Ali, ”halen öyledir, halen öyledir.” demiştir. Cenabı Hak, Zatı ehadiyetinden, uluhiyyetiyle tecelli ederek zahir olur. Makamı uluhiyet’te mefsuflukla görünür ki, Mefsuf sıfatı subitiyeye tecelli ederek, Hayat sıfatında Muhyi, yani yaşayan olarak zahir olur, İlim sıfatının tecellisinde Alim olarak görünür, İrade sıfatının zuhurunda mürit, yani irade eden olarak görünür, Kudret sıfatının tecellisinde Kadir olarak görünür, Görme sıfatında ise, Basar yani görücü olarak zahir olur, İşitmek sıfatından ise, Semi yani Duyan olarak zahir olur, Kelam sıfatında mütekellim, yani konuşan olarak, Tekvin Sıfatının zuhurunda ise, fail olarak zahir olur. İşte Zatı Ehadiyetin de tek olan Cenab-ı Hak, uluhuyetiyle, yani Allahlığıyla cümle sıfatı subutiyenin mefsufu olarak göründüğü gibi, Esmalarda da, Müsemalığıyla zahir olup görünür. Cümle işlerde ise, Failliği ile tecelli edip görünür. Velhasıl, Cenabı Hak, Zatı Ehadiyet tekliğinden uluhuyetle zuhur edip, bu etraf, yani meratiple tecelli ederek zahir olur. Kulun, Hakk’ın bu zuhurunu, açığa çıkışını müşahade edebilmesi için, kamil mürşidi bulup, zikri daim uyanıklığı ve yedi tevhid mertebesinin keşfi marifetine ulaşması gerekir ki, mülkü ehadiyetin tecellileri, ancak o zaman kul’a kemaliyle görünür.
 Beyti İzzet, Beytullahtır, yani Allah’ın evidir, Kutsi hadiste, Cenab-ı Hak; “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım” buyurur ki, Allah’ın gönlüne sığıdığı bir imanla, insanı kamil’in gönlü beyti izzet yani Beytullahtır. İşte gönlü beytullah olan İnsanı Kamil, ziyaret edilir de, onun irşadına mazhar olunursa, o irşada mazhar olan kul’da, o meclisin halkından olur, ve onun gönlü de Allah’ın evi, yani beyt-i izzet olur, o da gönlünde Rabbını misafir eder, vesselam. Bunu beyanla zikri daim ve yedi tevhid mertebesinin irşadına mazhar olan Melamiler, Cenab-ı Hakk’ın, zatı tekliğinin mevcuttaki tecellilerini müşahade edip görenlerden, ve beyt-i izzet halkından, yani beytullah ailesindendirler buyruluyor.

“DİLLERİNDE AŞKI CANANDIR TEMUÇ EYLEYEN
BAHRI ESRARI HUVİYYETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
Dalgaların dalgalanması, denizin haricinde ve gayrısında olmadığı gibi, Melamiler, Aşkı ilahi mazharıyetiyle, vahdet denizinin Hak’tan ayrı olmayan hidayet yüklü dalgalarıdır. Onların kulluğu, cümle eşyada sır ve gizli olan Hakk’ın, kuluna zahir olup gözükmesinin keşfi marifetidir. Melamilerin kullukları, Hak’tan hariç ve ayrı olmadan, daima Hakk’la olduğu gibi, onların kalbinde Allah aşkından başka bir muhabbet olmayan kullardır buyruluyor.

“GARKI NURU MARİFETLE KILIP ALEMİ
MAŞRIKI İRFAN HİKMETTİR MELAMİ ZÜMRESİ
Kuran-ı Kerim’de ”O hikmeti dilediğine verir ve kendisine hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir. Gönül / kalp ehillerinden başkası düşünüp anlayamaz” ( Bakara-269 ) buyrulur. Hikmet, Cenabı Hakk’a ait tecellilerin hangi mertebesinden zahir olduğunun keşfi marifetidir ki, bu Hakk’ın kuluna yaptığı çok büyük bağış ve ihsanıdır. Pir Seyyid Muhammed Nur Hz leri, “İlim akıl ile tahsil edilir, marifet ise müşahade ile tahsil edilir.” diyor.” İlim akılla tahsil edildiğinden, bir kimse ilmi tevhidi ezberleyebilir, fakat bu ezber, hikmet marifeti değildir. Kim ki, makamatı tevhidin müşahadesine mazhar olursa, bu mazharıyet le kul’da hikmet, ihsan ve bağışı hasıl olur. Bu itibarla Melamiler, makamatı tevhidin keşfi irfaniyetiyle irşad olduklarından, onlardan zahir olan kemalat ve marifet, cümle alemi aydınlatır. Onların marifeti, her bir tecelliyi ihata ettiğinden, Melamiler, hikmet ve irfaniyetin, doğup açığa çıktığı kullardır. Onlardan doğan hikmet ve irfaniyet irşadıyla ancak bir insan, kulluğun kemaline ulaşıp, insanı kamil olabilir. Vesselam.
                                                                                                                             “LÜTFÜ İHSANI HÜDADAN OLMASIN MI MÜSTEFİS
ZUBDE-İ FAHRİ RİSALLETTİR MELAMİ ZÜMRESİ”
Zubde-i fahri risalet demek, iftihar edilen, Allah elçiliğinin, yani peygamberliğin, özü demektir ki, bu öz, Vücudu Nuru Muhammed Sav. in, her yerde ve her zamanda mevcut olan Nur’u dur. Cümle peygamberler peygamberliklerini Nur’u Muhammed’le yapmış olduğu gibi, insanı kamil olan veliler dahi tebliğ ve irşadlarını Nuru Muhammed mazhariyetiyle yaparlar. Bunu beyanla Süleyman Çelebi Hz.’ leri Mevlüd-i Şerif’inde;
Hak taâlâ çün yarattı Ademi
Kıldı Ademle müzeyyen alemi.
Adem’e kıldı feriştehler sücut
Hem ona çok kıldı Lütfi ol ıssı cut
Mustafa nurunu alnında kodu
Bil habibin nurudur bu nur dedi
Kıldı ol nur anın alnında karar
Kaldı anın ile nice ruzigar
Sonra Havva alnını nakletti bil
Durdu anda dahi nice ayu yıl
Şit doğdu ana nakletti nur
Anın alnında tecelli kıldı nur
Erdi İbrahimü İsmaile hem
Söz uzanır geri kalanı der isem
İş bu resmile müselsel muttasıl
Ta olunca Mustafaya muntakil
Geldi çün rahmetellil alemin
Vardı nur karar etti hemin
Tut kulak efsafına ey yarı din
Bilesin kimdir o fahrül mürselin
Buyurmuşlardır. Bu beyitlerden de, açıkça anlaşıldığı gibi, cümle peygamberlerdeki Nübüvvet nur’u, Nuru Muhammed olup, cümle Nebiler peygamberliklerini Nuru Muhammed mazhariyetiyle yapmışlardır. Bu itibarla, tüm zamanlarda ve cümle alemlerde, iftihar edilen risalet, Nur’u Muhammed Sav. dir. Hz. Resulullah “Allah beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı” buyurmuştur ki, Nuru Muhammed zuhuru bir insanda, ancak müminlik hidayetiyle açığa çıkar. Hidayete mazhar olan müminler ise üç kısımdır. Bir mümini taklidi dir ki, bunlar anasından, babasından, hocasından öğrendiğini takliden iman ederek yaşar.
 İkincisi; Mümini isdidlal dir. İstidlal ise delil demektir ki, bu müminlerin imanı dellilerle olup, eserini sahibine delil yaparak iman ederler. Bunlar bu alemdeki varlıklar kendiliğinden, veya beşer tarafından yapılamaz, bunları yaradan Allah’tır  anlayışıyla cümle varlığı sahibine, yani Allah’a delil yaparlar. Bunların en alimleri Allah esma, efal ve sıfatları ile bu alemde tecelli eder, anlayışındadır, bunlar mefsuf, müsemma ve fail olan zatı ilahiden mahçup / perdeli olduklarından zat’ı ilahi’ye vasıl değillerdir.
 Üçüncüsü ise, mümini hakikidir ki, bunları Kuran; ”Gerçek / hakiki müminler ancak o kişilerdir ki; Allah zikredildiğinde kalpleri titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır ve onlar yalnız Rab’lerine güvenip / tevekkül ederler” Enfal ( 2 ) “İşte gerçek / hakiki mümin olan onlardır…” Enfal ( 4 ) Ayetlerindeki beyanla tarif edip, vasıflarından bahsediyor. Başka bir ayette ise “Ey iman edenler! iman edin…” Nisa (136) buyrulur ki, bu ayetteki mana şöyledir. Ey imanı taklit ve istidlal ile iman etmiş olan müminler, hakiki / Gerçek imana ulaşan mümin’i hakiki olun demektir. İşte Hakiki mümin, taklid ve delilli imanla yetinmeyip, kamili mürşid’in zikri daim ve meratibi tevhid olan, telkin ve irşadına mazhar olanlardır. Bunlar makamatı tevhid keşfi irfaniyetiyle kendisinin ve cümle alemdeki nispeti varlığın, fenasına / yokluğuna Arif olup, kendi nefsinde, cümle varlık ve eşyada Rabbı’na vasıl olmuş olan, ve Rabbın’dan gayrı görmeyenlerdir. Bunlar hidayeti Nur’u Muhammed’in, bu alemdeki mazharı olan hakiki / gerçek müminlerdir ki, böyle bir imana ulaşan kul, ancak insanı kamildir. Bunlardan zahir olup açığa çıkan kemalat ise, Nuru Muhammed Sav. mazhariyetidir. Çünkü Hz. Resulullah Efendimiz’in unsur bedenle bu alemden geçmesiyle peygamberlik son bulduğu için, kıyamete kadar tebliğ ve irşad, mümini hakiki ve insanı kamil olan veliler tarafından yapılmıştır ve yapılmaktadır. İşte Melamilerin  mazhar olduğu irfaniyet ve kemalat, aynı mümini hakiki ve insanı kamil marifetidir. Bu itibarla mesleki Resul’u Melamiye irşadı, Nur’u Muhammed’in zuhuru olduğundan, Melami zümresi, tüm zamanlarda, cümle peygamberler de, ve cümle insanı kamil olan velilerde zahir olan, “Zübde-i Fahrı Risaletin / iftihar edilen elçiliğin özüdür” ler. Bu mazhariyetle Melamiler, ehil olan Hak taliplerini ve aşıklarını, irşad ederek aydınlatırlar. Mürşidi kamil, Hacı Ömer Lütfi Hz.’leri; Zubde-i fahri risalet, yani iftihar edilen, Allah elçiliğinin, peygamberliğin, özüne mazhar olan Melami zümresi, Cenab-ı Hakk’ın bu hidayet-i lütfundan, ihsanından, istifade etmesin mi diyerek, bizlere Melamilerin bu Hakk’ın hidayetle olan, ihsan ve zuhurundan daima istifade edenler olduğunu, beyan ediyor.
Cenab-ı Allah, bizleri ve cümle ihvanı Melamet marifet ve kemalatının feyizlerine mazhar kılsın ki, Melami zümresine bizlerde dahil olalım. Prezeren Rahovas’ta ki, Melami tekkesinden aldığı yüksek eğitim ve marifetle Mesleki Resulu Melamiye Ruhaniyetini, Rumeli den Salihli’ye taşıyan, ve o Ruhaniyetle bizleri irşad ederek tanıştıran, Mürşidi Kamil Kemal Zurnacı Efendi Hz.’lerinin, şahsıma tembih ettiği, Hacı Ömer Lütfi Hz. Leri nin, “Melami Zümresi” Kasidesinin şerhi açıklaması hata ve noksanlarıyla tamamlandı. Elhamdülillah.. 6. Mart. 2005 Nejdet Şahin.

Hiç yorum yok: