31 Aralık 2017 Pazar

Bahr-i aşka daldım semender gibi

ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                                 Bahr-i aşka daldım semender gibi
                                 Pervaneyim yandım aşk meydanında
        Bahr-ı aşk; aşk denizi, Semender; dalgıç, pervane; ateşin etrafında dönen küçük kelebek vb. demektir ki, bu kelebekler yani pervaneler ateşin ışığı etrafında dönerler ve fütursuzca bir cesaretle ateşe dalıp, yanıp kül olurlar. Aşk denizi, kâmilin meclisi olup, o meclisi Hak âşıkları oluşturur. Ki her kim o meclisteki mürşidi kâmilin gönlüne dalarsa, Kâmilin meratibi tevhid telkini irşadıyla o kişi de ilâh-i aşk cevherine mazhar olur. Ve bu mazharıyetle Hak aşığı, ilâhi sevgiliye kavuşup sevgilinin güzelliklerini müşahade eder.
      Bunu ifadeyle ehl-i kemal, “Deniz derinliklerindeki inci vb. mücevher gibi kıymetli olan mahsülü, dalgalarıyla sahile çıkarıp kıyıya atmaz, fakat dalgıçların dalıp derinliklerinden mücevher vb. mahsülü çıkarmalarına müsaade edip izin verir. Ki bahrı umman mazharı olan kâmil mürşid’de, halkı âleme ben kâmilim, ben arifim, ben mürşidim diyerek marifet ve kemalatını açığa vurmaz. Ancak meclise gelip kendisine müracat eden taliplerin, müridlerin gönlüne girip dalmalarına müsade edip izin verir de onlar, kâmilin irşadında açığa çıkan eşsiz mücevher değerindeki marifetullahtan nasiplenirler.” Demişlerdir.  
       Bunu ifadeyle Malik Efendi Hz; Bahr-i aşka daldım semender gibi, pervaneyim yandım aşk meydanında diyor. Yani aşk deryası olan zamanın kâmilinin meclisini buldum ve o mecliste zahir olan ilâhi aşka semender / dalgıç gibi daldım. Ve kâmilin irşad aydınlığının / ışığının pervanesi oldum da, İlâh-i aşk meydanında yanıp kül oldum, demektir.
                                 Tevhid deryasına Hakk'a dayandım
                                 Şirki mahv idüb birliğe yöneldim
                                 Mikrazı la ile varlığı kesdim
                                 Pervaneyim yandım aşk meydanında
      Tevhid deryası, tevhid makamları müşahadesiyle hâsıl olan irfan denizi, Mikraz; makas vb. kesici alet, lâ; yoktur, hayır, demektir. Buna göre, tevhidin fena makamları olan tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanına dayanan bir insan, onu rabbinden ayıran gizli şirki mahvederek, gizli şirkten arınır. Ve Hakk’ın bir’liğine (vahdetine) yönelip, cümle eşyada ve kendinde mevcut olan rabbini bularak rabbine vasıl olur. Ki bu mazharıyet için kulun Mikrazı lâ, yani yokluk makasıyla cehaletinin oluşturduğu nisbet varlığını kesmesi icap eder, demektir.      


                                 Seyran u sefer hem kıldım canımla
                                 Varı vara verdim fenâfillahda
                                 Bekayı buldum hakikat zevkimle
                                 Pervaneyim yandım aşk meydanında
      Seyran; gezinti sefer; yolculuk, Beka; Cenab-ı Hakk’ın ebedi nihayetsiz olan sürekliliği manasınadır. Buna göre cümle âlemde ve kendi canımda mevcut olduğu gibi, her bir şeyin aslı hakikatı olan Hakk’a yaptığım fenafillâh seyri seferi (yolculuğu) ile müşahade ettim ki, cümle âlemin ve kendi vücudu varlığımın yokluğunda tecelli edip zahir olan Hakk’ın zatıdır. Ve cümle âlemin ve benim varlığım, rabbin var’ı (varlığı) ile vardır. Deniliyor. Ve devamla bekayı buldum buyruluyor. Ki beka, cenab-ı Hakk’ın ebedi nihayetsiz olan sürekliliği olup beka bulmak ise, bekabillâh makamlarından kurbu feraiz (farz yakınlık) makamı müşahadesine ulaşan kulun, Hakk’ın ebediyetiyle beka bulmasıdır. Bu da ancak kâmilin bekabillâh telkini irşadıyla mümkün olduğu için, kâmilin telkin-i irşadıyla bekayı buldum. Hakikat zevki olan kurbu feraiz (farz yakunlık) makamı müşahade keyfiyetine eriştim, demektir.
                                 Zahir u batın mü'minem Hakkan
                                 Mİrat-ı mazharım Hakk'ın varına
                                 İkiliği astım birlik darına
                                 Pervaneyim yandım aşk meydanında
       Zahir; dış, açık / aleni olan, gözüken, batın; İç, iç yüz, gizli, sır, anlamında olup. Zahir u batın müminem Hakk’a ifadesiyle Kur’an’daki “Hüvel’evvelü vel’ahirü vezzahirü velbatın… O evvel, ahir / son, zahir ve batındır.” (Hadid, 3) ayetinin hikmeti mahiyetine işaret ediliyor. Ki bu ayet beyanı, zahir olup görünen ve batın / gizli olan Hak tecellilerini cem edip toplayan, fenafillâh ve bakabillâh makamlarının müşahadesinden hâsıl olan bir imanla, hakiki kâmil mümin olmayı ifade eder. Ve böyle bir iman mümini, aynı zamanda insanı kâmil mertebesine de erişmiş olur. Ki cenab-ı Hak her bir yaratılmışta mevcut ve zahir olmasına rağmen, ancak insanı kâmil’de kemal tecellisiyle zuhur eder.
     Bu itibarla, cümle yaratılanlar Hakk’ı yansıtan bir ayna olmakla beraber, fenafillâh ve bekabillâh marifetini cem eden kâmil bir mümin, Hakk’ın kemalini yansıtan yegâne mirat / ayna mazharı olur. Ki böyle kâmil bir imana erişmek için, batın olan Hakk’ın açığa çıkardığı halk kesreti ikiliğini zahirde müşahade kulluğunu. Zahir ve batın her tecellide Hakk’ı müşahade bir’liği / vahdeti darına, (idam sehpasına) asmak gerektiğini beyanla, bekabillâh makamlarından kurbu nevafil (nafileler yakınlığı) makamından, kalp makamına terekki edilmesi ifade olunuyor.     

                                 Halka-i hu ile döndüm pergâre
                                 Noktadan noktaya oldum devvare
                                 Devrine çü erdim Hilmi esmayla
                                 Pervaneyim yandım aşk meydanında
     Pergâr; pergel, daire çizmeye yarayan alet, devvar, durmayıp dönen, devreden, devredip gezen, demektir. Daha evvel de bahsedildiği gibi hu, gaybı mutlak hüviyetin ismidir. Ve hu ismi, sırf zat tecellisi olup zat-ı ehadiyet makamı müşahadesidir. Ki yaratılan her bir şey Hakk’ın zat-ı ehadiyetinden / tekliğinden yaratıldığı için, her şeyin aslı hakikatı zat’tır, yani hu dur. Bu aynı her harf ve şeklin, kalemin değmesiyle kâğıtta oluşan noktadan meydana gelmesi gibidir. Çünkü her harf ve şekli yazarak oluşturan kalem, kâğıda değmekle evvela noktayı oluşturur, sonra o noktadan harfleri rakamları ve şekilleri meydana getirir.
      Bu itibarla, her harf veya şeklin aslının nokta olması gibi her yaratılanın aslı, zat-ı ehadiyet / teklik noktasıdır. Ve her yaratılan şey gibi insan da zat-ı teklik noktasından yaratılıp, çeşitli âlemlerden geçerek bu imtihan âlemi olan yeryüzüne gelir. Ve insan yeryüzüne gelme yolculuğuyla yarım daire kavisini (eğrisini) oluşturur. Yeryüzüne gelmekle yarım daire kavisi oluşturan bir insan, yeryüzü olan bu imtihan âleminde her zaman mevcut olan zamanın mürşidi kâmilini bulur da, kâmilin zikri daim, fenafillâh ve bekabillâh irşadıyla aydınlanırsa. O insan cümle eşyanın ve kendinin aslı olan zat-ı ehadiyete yükselip, hu olan sırf zat tecellisine mazhar olur. Ve yarım daireyi / kavisi, nokta-i zat’a kavuşarak tamamlama marifet ve kemalatına erişir.

     Bunu beyanla Malik ef. Hz. Hilmi mahlâsıyla; Halka-i hu ile döndüm pergâre, noktadan noktaya oldum devvare beyanıyla, Hu olan nokta-i zat-ı ehadiyet / teklik mertebesine vasıl olmakla, nokta-i zat’tan yeryüzüne geliş ile yarım olan daireyi pergel gibi dönerek tamamladım diyor. Ve devamla, noktadan noktaya oldum devvare devrine çü erdim Hilmi esmayla ifadesiyle de, her harfin aslının nokta olması gibi, her şeyin aslı olan nokta-i sırf zat tecellisiyle, noktadan noktaya devredip döner Hilmi ismi ile buyuruyor. Yani zat’tan yine zat’a olan müşahadeyle Hilmi, hiçbir varlığı olmayan bir isimden ibarettir, demektir.    

Hiç yorum yok: