ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Bûy-ı gülzâre meşam oldu
ferah
Lâ yâ kal sanki içtim bir
kadeh
Buy-ı gülzare:Gülbahçesinin kokusu, Meşam: Koku alan burun, geniz,Ferah: Sevinme iç açıklığı,Lâ yâ kal: kendinden geçme, mest olma,
sarhoş demektir.
Bu itibarla gül kokusu Hz.
Resulullah’ın (s.a.v) ter kokusudur. Bunun için gül’ü koklamak sünnet kabul
edilmiştir. Gülbahçesi; Ruh-u Muhammed’in (sav) hâkim olduğu ehl-i zikr ve
ehl-i irfandan oluşan kâmil’in meclisidir. Ki bu meclis, aynı zamanda manev-i evladı
Resul’un / manevi ehl-i beytin meclisidir. Çünkü Evlad-ı Resul üçtür. Birincisi: Sadece soy itibar ve yönü ile ehl-i beyt (Resulullah’ın ev halkından)
olanlardır. İkincisi:Manevi yönden
ehl-i beyt olanlardır. Üçüncüsü: Hem soy
hemde Manevi yönden ehl-ibeyt olanlardır.
Soy
itibarı ile ehl-ibeyt olanlar;
Hz. Peygamber Efendi-miz’in eşleri ve amcaları gibi, sadece ev halkı ve
aşiretinden olan akrabalarıdır. Ki, bu akrabalık ‘Ruh-u Muhammed’den nasiblendiği oran ve nisbette bir değer ve kıymet
ifade eder.’ Mesela, “Elleri kurusun Ebu Leheb’in nitekim kurudu
da Onun malı ve kazandığı kendisine hiçbir fayda vermeyecektir. Yakında alevli
ateşe girecektir odun taşıyıcısı olan karısı da Boynunda hurma lifinden bir
iple” (Tebbet, 1…5) Hakkında
bu ayetler inen Ebu Leheb,
Hz.Resulullah’n amcası olup, Ebu
Leheb’in iki oğlu olan Utbe
ve Uteybe de, Resulullah’ın damatları idiler. Bunlar Hz.
Peygamber’in Ümmü Gülsüm ve Rukiye isimli kızları ile evlendiler,
fakat Resulullah’a iman etmeyip Ruh-u Muhammed irşadından nasiblenmediler. Ve
Hz. Peygambere ve kızlarına eziyet ettiler.
Halbûki Hz. Peygamber’in amcaoğlu ve
damadı olan Hz. Ali, Ruh-u Muhammed
mazharıyetiyle cümle müminlerin gönlünde Şah-ı
velayet imam-ı ve Kerem Allahu
veche, yani Allah’ın kerem yüzü gibi vasıflarla yer etmiş ve Hz. Resulullah’ın
birçok iltifatına mazhar olmuştur. Bu itibarla sadece Hz. Peygamber Efendimiz’in
aşiretinden, sülalesinden olmakla soyca bir kişinin ehl-i beyt olması, Hz. Hüseyin’in soyundan gelmekle “Seyit”Hz. Hasan’ınsoyundan
gelmekle “Şerif” gibi
ünvanlar taşıyarak Hz. Peygamber’in sadece kan itibarıyla aşiretinden,
sülalesinden ve soyundan olması, o kimseye ve etrafına hiçbir fayda vermez. Ve
o kimseyi kâmil bir kulluğa
ulaştırmaz. Ancak o kimse ruh-u Muhammed irşadına mazhar olursa kâmil kulluğa,
yani “insanı kâmil” makamı’na
ulaşabilir.
Manevi
ehl-i beyt ve evlad-ı Resul olanlar; bunlar Hz Peygamber Efendimiz’le,
herhangi bir soy kan yakınlığı ve akrabalığı olmadığı halde, Nur-u Muhammed’e
(s.a.v) mazhar olanlardır. Peygamber Efendimiz; “Allah beni nurundan müminleri de
benim nurumdan yarattı.” buyurmuşlardır. Ki, bu yaratılma cümle
müminleri kapsadığı gibi, meslek-i
Resul’u Melamiye seyr-i süluku ile hâsıl olan Nur-u Muhammed mazharıyetiyle
kulun, hakiki/gerçek müminliğe
ulaşıp, insanı kâmil olmasıdır. Bunu
ifadeyle Hz. Peygamber Efendimiz;“Selman benim ehl-i beyt'imdir.”
demiştir. Ki Selman-ı Farisi’nin,
Hz. Resulallah ile soyca herhangi bir yakınlığı, akrabalığı yoktu. Çünkü
kendisi Farisi, yani İranlı idi. Ve Selman gibi soyca herhangi bir akrabalığı
olmadığı halde Peygamber Efendimiz’in;“Ehl-i beytim’dir.” dediği,
özellikle ashab-ı suffadan olan ve daha başka sahabeler de vardı.
Manevi evlad-ı Resul,“Nur-u
Muhammed’le yaratılışın mazharı olan her zamanın velileri’dir.” Bunlar,
Hz. Peygamber Efendimiz’in unsur bedenle bu âleme gelip zuhur etmesinden evvel
de vardılar, sonra da olmuşlar, halen de var ve mevcut olup, kıyamete kadar da
bu âlemde olacaklardır.
Bunu ifadeyle Kur’an’da;''Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar inkârcılara karşı çetin,
aşılmazdır-lar. Kendi aralarında ve müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde
ve rûkû ederler. Allah’tan bir lütuf ve hoşnut-luk isterler. Görünüşlerine
gelince yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı
şekilde yazdık. İncil'de ise ekin filizi… ile misallendirdik...'' (Fetih,29) buyrulur. Ki, Nur’u
Muhammed'e mazhar olan evlad-ı Resul, Hz. Peygamber’in unsur bedenle bu âleme
teşrif etmesinden evvel de var ve mevcut olduğundan, ayetteki;“Tevrat’ta
da aynı şekilde yazdık. İncil’de ise ekin filizi… ile misallendirdik.”beyanı,
o zamandaki manevi Evladı Resul’ü ifade eder.Ki, Tevrat Hz. Resulullah’ın unsur
bedenle bu âlemdeki zuhurundan, yaklaşık 1800 yıl önce Hz. Musa’ya. İncil ise
600 yıl önce Hz. İsa’ya vahiy olmuştur. Ve cümle peygamberler ve veliler, zamanlarında
Nur’u Muhammed (s.a.v) mazhariyetiyle tebliğ ve irşad yapmışlardır. Velhasıl,
Nur’u Muhammed mazharıyetiyle evlad-ı Resul olan bu velilerin, velayet yoluyla
olan tebliğ ve irşadları tüm zamanlarda olduğu gibi halen devam etmektedir ve
kıyamete kadar devam edecektir.
Hem
soy, hemde manevi ehl-i beyt / evlad-ı Resul olanlar; Bunlar Hamse-i Âli Aba (Hz. Resulullah’ın yüce örtüsü altındaki beş kişi )
olan Hz. Peygamber’le beraberHz. Ali, Hz.
Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Ve bunların ‘hem soy, hemde manevi haslet ve özelliklerini taşıyan evlatlarıdır.’
Ki Hz. Ali (kv.) soy itibarıyla Hz Resulullah’ın amcaoğlu olup, kızı Fatma ile
evlenerek’te Resulullah’ın damadı oldu. Hz.Ali hakkında Peygamber Efendimiz;“ Âlemlerin
Rabbı olan Allah benim Mevlamdır / dostumdur, ben kimin mevlası / dostu isem,
Ebu Talibin oğlu Ali’de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostum’dur,
Ali'ye düşman olan bana düşman’dır. Ruh’u Ruh’um’dur, kanı kanımdır, cismi
cismimdir, ey insanlar size iki emanet bırakıyorum, eğer bu emanetlere sahip
çıkarsanız biliniz ki bu emanetler cennetin Kevser havuzunda birleşirler. Bu
emanetlerimin birisi, Kur’an’dır, ikincisi ise ehl-i beytimdir.”buyurmuştur.
Hz. Ali her an
ve her zaman Hz. Resulullah’ın yanında yer almış ve O’na hemdem olup, daima Resulullah’ın
en yakınında bulunmuştur. Peygamber Efendimiz’in;“Ruh’u ruh’um’dur, kanı kanımdır,
cismi cismimdir.” ifadesinden de açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Ali’nin
Resulullah’a yakınlığı sadece soydan ibaret olmayıp, Resulullah’a iman edip
o’na sadakat ve teslimiyetinden hâsıl Ruh-u Muhammed yakınlığıdır.
Hz.Ali bu mazharıyeti ile velilerin şahı
ve imam’ı olmuştur. Bu itibarla Hz.Ali’nin soyundan gelmekle beraber Ruh-u
Muhammed mazharı olanlar ancak, hem soy hemde manevi evlad-ı Resul’dur.
Bunlardan Şeyhül Ekber Muhiddin-i ArabîHazretlerive
Pir Seyyid Muhhammed Nur Hazretlerigibi
olan veliler ve mücedditler, hem soy, hemde manevi olan Evladı Resul’un
meşhurlarındandır-lar.
Velhasıl, buy-ı gülzare meşam oldu ferah - lâ yâ kal sanki içtim bir
kadeh beyanı, Ruh-u Muhammed’in (s.a.v)
hâkim olduğu ehl-i zikr ve ehl-i irfanın oluşturduğu kâmil’in meclisidir. Ki,
bu meclis aynı zamanda resulullahın gül kokusuyla kokan gülbahçesi olup manevi
evlad-ı Resul’un / ehl-i beyt’in meclisidir. Bu meclisteki evlad-ı Resul’den
kokladığım gül kokusu ile ferahlandım neşelendim. O kokudan hâsıl olan tesir
beni, kadehteki içki gibi kendimden geçirmekle mest, sarhoş etti, demektir.
Gülzar içre nazenin vücud beru
Başıma bakdım ne oldu bu
merah
Gülzar: Gülbahçesi, Nazenin vücud: Nazikâne kibar olan kişi, Beru:Sığınılan, Merah:sığınılmakla
ferahlatan rahatlatan yer, mekân demektir.
Ki, manevi evlad-ı Resul olan ehli zikir ve
ehli irfan içinde kibar, nazikâne fakat kendisine sığınılan biri verdı ki, o’na
bakıp ona sığınmakla rahata erdim, buyurmakla Malik Efendi Hazretleri o
mecliste bulunan Mürşidi Kâmil’in sohbetinden duyduğu huzur ve memnuniyeti
beyan ediyor. Çünkü Bir mürşid’in kâmil olup olmadığını anlamak için Pir Seyyid
Muhammed Nur Hazretleri;“Mürşidin sohbetine girdiğinizde sohbetiyle
seni dünya gailelerinden çekip çıkarıyorsa o mürşid kâmildir. Çıkarmıyorsa
kâmil değildir” buyurmuştur. Bunu ifadeyle Malik Efendi, gülbahçesinde
var olan kibar nâzikane tavırlı kâmil’in sohbetine mazhar oldum. O’nun
sohbetiyle arifane bir rahatlığa, felâha erdim diyor.
Dopdolu incir idi bağçe içi
Böyle bir bir bilmez idim
çok revah
Dopdolu incir idi bahçe içi demek, kâmilin meclisindeki ehli zikir ve
ehli irfanın, ilm-i hakikata mazhar ehl-i hakikat oldukları beyan ediliyor. Ki,
incir’in çekirdekleri ve kabuğu ile
bütün olarak yenilen bir meyva olması itibarıyla ehl-i kemâl, hakikat ilmini incir’le teşbih etmişlerdir (incire
benzetmişlerdir). Çünkü ilmi hakikat, hep Hak’la olup Hak’tan başka müşahade
etmemektir. Bunu ifadeyle Kur’an’da; “Yemin
olsun İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye ki.”
(Tin, 1...3)
buyrulur. Kemâl Zurnacı Hazretleri, “İncir ilm-i hakikattir, zeytin ilm-i
şeriattır, Tur ilm-i tarîkattır, Emin Belde ise ilm-i mârifettir…”buyurmuştur.
Hakikat ilmi, kulun ve cümle âlemin aslı olan Cenab-ı Hakk’ı, cümle
tecellide her an müşahade etmek olduğundan, hakikat ehilleri bir olan Allah’tan gayrı görmeyen vahdet-i vücud imanı müminleridir. Oysa
ilmi hakikatı tahsil etmeyen müminler, kendinin ve cümle eşyanın vücudunu
Hak’tan ayrı birer vücud olarak görerek iman ederler. Bunu ifadeyle böyle bir, bir bilmezdim demekle Malik
Efendi, ilmi hakikatı tahsil etmeden önce bir
(vahid)olan Hakk’ı, vahdet-i vücud
müşahadesiyle bilmezdim diyor. Ve devamla, Evladı Resul’un oluşturduğu hakikat
ehilleriyle dopdolu, ariflerin
meclisinden tahsil ettiğim ilmi hakikat ile çok revah oldum, yani neş’e ve ilâh-i zevk ile zevklendim
buyuruyor.
Bir büyük
gül var idi gayet kokar
Etrafında
sarılıp yedi kadeh
Büyük gül:O meclisteki Nur-u
Muhammed (sav) mazharı olan mürşid-i kâmil’dir ki, kâmil’in kokusu Ruh-u
Muhammed olduğu için, Resulullah’ın gülkokusunu
kâmil’den kokladım deniliyor. Etrafına sarılıp yedi kadeh beyanından
maksat ise mürşidi kâmil’in meslek-i Resul telkin ve irşadı olan yedi meratibi
ilâhidir. Kâmil’in irşadı olan bu yedi mertebe telkini ile salikler, zevki
ilâh-i ile zevklenip mestu sekran oldukları için, her mertebe, kadeh olarak ifade ediliyor. Bunun
sebebi, insanı sarhoş eden içkinin kadeh’ten içilmesi gibi, salik’in zevki
ilâh-i sarhoşluğunun, meratibi ilâh-i müşahedesiyle hâsıl olmasındandır.
Deniz idi
haiti anın heman
Bir gemi var
gezer idi bir melah
Hait:Çerçeve, anlamında olup,Deniz: Zat-ı ilâh-i yi ifade eder,Melah: çekirge demektir. Mürşidler, kâmil ve nakıs (eksik) olmakla
iki kısmdır. Nakıs mürşidler daha ziyade cemaat ve tarikat mürşidleridir.
Bunların anlayışı, Allah’ın zat-ı görünen cümle varlığın harici olup Allah,
eserleri ve isimleri ile mevcuttur anlayışıdır. Onun için nakıs mürşidler
nafile ibadetlerle ve bir kısım esma-ı ilâh-i ile meşgul olmaktan hâsıl olan
keyfiyeti marifetullah zannederler.
Kâmil mürşid isefenafillâh ve bekabillâh
makamları kemalatına mazhar olduğu gibi, bu makamların telkini irşadıyla da
etrafını aydınlatır. Kâmil mürşidin irşadı ile aydınlanalar, kendinin ve cümle
âlemin yokluğunda zat-ı ilâh-i mevcudiyetinden gayrı müşahade etmezler. Ve
onlar her tecellide Hakk’ın zatı mevcudiyetine arif olurlar. Ve cümle esma
tecellisinde müsemma olan, cümle sıfat tecellisinde mefsuf olan, cümle ef’al
tecellisinde fail olan zatı ilâhiyi müşahade ederler.
Bunu ifadeyle deniz idi haitı
anın sözü, kâmil’in keşfi kemalatı, zat-ı ilâhi denizi marifetiyle
çerçevelidir, sınırlıdır deniliyor. Bir
gemi var gezer idi melah beyanı ise; Kâmil, zat-ı vahdet deryasında çevik
bir gemi gibi, yani Hakk’ın zatından zuhur eden cümle tecellilerin her
nevi’sini tanıyıp ihvanlara da tanıtmakla, cümle tecellide mevcut olan zat-ı
vahdet deryasında, yani vahdet-i vücut denizinde
ilm-i marifetle yüzer, gezer
demektir.
Suya daldım
bilmedim kendimi hiç
Öyle durdum
çend müddet çend sabah
Çend müddet: Birkaç zaman
anlamındadır. Bir nehir denize dökülmeden evvel nehir olarak gözükür ve
bilinir; oysa nehir denize varıp denize karıştıktan sonra denizin içinde nehir
gözükebilirmi? Gözükmez ve bilinemez. Nehir denize karıştıktan sonra görünen ve
bilinen ancak deniz olur.
Bunu ifadeyle Malik Efendi, vahdet-i zat denizinin suyuna daldım, bilmedim kendimi hiçöyle durdum çend müddet çend sabah
beyanıyla, zat-ı vahdet denizine dalmakla kendime nisbet vücudu varlığımı,
fenafillâh keşfi irfanı ile kaybettim,
ta ki vahdetin kesret-i sabahı olanakadar,
hep vahdet tecellileri ile zevklendim, diyor.
Sadrıma elif yazılı başıma
ba
Ceybine cim Hilmi yâ oldu
levah
Elif: Arap alfabesinin birinci harfi olup, mana itibarıyla
uluhuyet makamını yani Allah’ı ifade eder. Ba
harfi de: Arap alfabesinin ikinci harfi olup uluhuyetin/Allah’ın göklerde
yerde ve ikisi arasındaki makamlarının kemâli’ne mazharıyeti ifade eder.
Cim: Arap alfabesinin bir harfidir ve
Hakk’ın cemâl yüzü tecellisini remzeder,Ceyb:
Gömleğin ayrığı, yakası, Levah: Levha,
tabelâ demektir.
Bunu beyanla Malik Efendi Hazretlerisadrıma elif yazılı başıma ba
buyurmakla, gönlüm meratibi ilâh-i keşfi kemâlatı ile doldu. Baş’ım ise bu kemâlat mazharıyeti ile
konuşur, görür, işitir, tefekkür eder diyor. Ve devamlaceyb’in yani gömleğimin ayrığının/yakasının içinde görünen şahsımın
irşadında açığa çıkan Cemâl-i İlâhidir. Ki Hilmi
ismiyle görünen kimlik tabela ve levhası
bunu ifade edip anlatır, buyuruyor.
Çünkü kâmil mürşid Allah’ın kerem, yani Cemâl-i İlâhi’nin
ikram ediciliğine mazhar olduğundan, Cenab-ı Hak cemâl yüzünü kâmil’in
irşadıyla açığa çıkarıp zahir eder. Bu itibarla cümle kâmil mürşid’in imam ve
önderi olan Hz. Ali (kv /Kerem Allah’u
veche) (Allah’ın ikram edici yüzü) ünvanıyla anılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder