ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Çün aşka heves etti gönül
Nâşiye dedim
varından yıkıl
Naşi:Yetişmiş kimse, şahsiyet demektir. Ki gönlümün Allah aşkı’na heves edip ilâh-i sevgiliye yönelmesiyle şahsıma; gaflet ve
cehaletle kendine nisbet ettiğin varlığını,
(benliğini) fenafillâh keşfi irfanıyla yokluğa eriştirerek yıkıl dedim, buyruluyor.
Sevdiğime can versem acep
değil
Çü andan ayru yaşamak
müşkül
Aceb:Çok acayib pek tuhaf, Müşkül: Problem, zorluk, demektir. Buna göre ilâh-i sevgili uğrunda
can vermek, âşık için tuhaf ve acaib olmaz. Çünkü Kur’an’daki;“...Gelin
yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi / kendinizi öldürün. Bu
yaratıcınız katında sizin için daha iyidir…” (Bakara, 54) beyanı. Ve Hz. Resulullah’ın; “Ölmeden evvel ölünüz”
ifadesi, insanların cehaletle kendilerine / nefslerine nisbet ettiği can-ı
varlıklarını fena ederek, yokluğa
ulaştırmalarını buyurduğundan cümle ehli kemâl, ilâhi sevgiliye kavuşmak için
muhakkak can vermek gerektiğini bilirler.
Bu itibarla Hak âşıkları, can-ı varlığı olan nefislerini “ölmeden
evvel öldürüp” fena etmekle ancak, ilâh-i sevgiliye ulaşılacağına arif
oldukları gibi, onların en korktuğu şey, ilâhi sevgiliden ayrı düşüp ayrı
kalmaktır. Onun için ilâh-i sevgiliden ayrı kalmamak ve ilâh-i sevgiliyi her an
müşahade etmek için âşıklar, yokluğa / fenaya erişmiş kulluklarıyla Allah’ın
emir ve yasaklarına kesinlikle riayet ve itaat ederek yaşarlar. Çünkü aşığın
kulluğu huri, gılman, köşk vb. cennet nimetleri için olmaz. Hak âşığı her an
sevgiliyle beraber olmaya, sevgiliden ayrı kalmamaya çalışır.
Bunu ifadeyle ehl-i kemâl bir hikâye anlatır; Zamanın padişahı
cariyelerinden birini diğerlerinden daha fazla sever ve onunla daha çok
ilgilenirmiş. Bu durum diğer cariyeler arasında kıskançlığa ve dedikodulara
sebep olmuş ve dedikodular padişahın kulağına kadar gitmiş. Bunun üzerine
padişah bütün cariyelerini toplayıp hazinelerinin olduğu odaya götürüyor ve
-‘Bu gün benim ihsan (karşılıksız verme) günüm, herkes hazinemden en çok
neyi severse onu alsın.
Bunun üzerine cariyelerin kimi hazineden
beğendiği bilezikler, kimi kolyeler, kimi kemerler vb. değerli eşyalardan
alıyorlar. Fakat padişahın iltifat ettiği cariye hazinden hiçbirşey almıyor.
Bunun üzerine Padişah;
-H erkes en
sevdiği şeyleri aldımı? Diyor.
Ve herkes memnuniyetle aldığını söyledikten
sonra Padişah hiçbir şey almayan cariyeye;
-Sen neden hiçbir şey almadın’ dediğinde
Cariye;
-Padişahım sen en çok ne seviyorsanız onu alın buyurdunuz, ben
senden çok hiçbir şeyi sevmiyorum, benim yegâne sevgilim sensin, diyor.
Bunun üzerine padişah diğer cariyelere dönüp;
-Onun sizden farklılığını gördünüzmü? Sizin bana olan sevginiz benim
malım mülküm içindir, onun sevgisi ise mal ve mülküm için olmayıp benim
şahsımadır. Ve bundan dolayı onu hepinizden daha fazla seviyorum’ diyor.
Bu itibarla ehl-i aşkın kendine nisbet ettiği can-ı varlığını fena
ederek ilâh-i sevgiliye vasıl olan kulluğundaki müşkülü, sevgili için can
vermek olmayıp, sevgiliden ayrı kalmaktır. Bunu beyanla Malik Efendi Hz; Sevdiğime can versem acep / acaip tuhaf
değil de, çü andan ayru yaşamak bana
müşküldür, benim korkumdur, diyor.
Canımdan ayrılmak arzum
değil
Varlık onundur beni meyyit
bil
Meyyit:Ölü demektir. Bu yeryüzü âleminde beden-i
vücuduyla yaşayan her insan, tabiat nimetleri olan yemek içmek, kendini, aile
efradını, malını mülkünü sevmek gibi lezzetlerle gıdalanır. Ve her nefs
(şahsıyet), bu gıdalanıp tatmış olduğu lezzetleri elde etmeye yönelik kulluk
ile yeryüzünde yaşayarak, o’nu bu lezzetlerden ayıracak olan ölümü istemez ve
ölümden çekinir.
Halbûki nefs (şahıs), ölümün kul’u ahiretteki ebedi hayata terakki
ettireceğini (yükselteceğini) düşünmediği gibi, Hz. Resulullah’ın;“Ölmeden
evvel ölünüz.”buyruğuna riayetle bu yeryüzü âleminde ölmeden evvel
ölerek, yaratılışının ideâl gayesine ulaşıp rabbı’na kavuşacağını da bilmez.
Çünkü ölmeden evvel ölmek, kul’un kendinin ve cümle âlemin yokluğuna ve varlık
âleminin Hak’tan gayrı bir şey olmadığına arif olmasıdır. Ve nefs (şahıs) bu
yokluk / fena irfanı ile rabbı’na kavuşarak ruh’a terekki ederek ruh’a mensub
olur. Bunu ifadeyle Pir Seyyid Muhammed Nur Hz; “Kişi ulviyete yükselirse ruh,
süfliyete düşerse nefs tabir olunur” diyor.
Bunu beyanla Malik Efendi Hz; Canımdan
ayrılmak arzum değil, yani kulluğumun nefs yönü ile ölmeyi isteyip arzu
etmiyorum, fakat fena / yokluk keşfi irfanıyla ruh’a mensub olan kulluğum cümle varlık onun o Allah’ındır,beni meyyit / ölü bil, diyor. Ki bunu ifadeyle Kur’an’da,
“...Her şey fanidir / yoktur, var olan
ancak O’nun vechidir / yüzüdür”
(Kasas, 88) buyrulur.
Zülf-i yârindir bu zuhura şek etme gel
Hep hüsn-i onun zahir başka değil
Zülf-i yâr:Sevgilinin zülfü, sevgilinin yüzüne
sarkmış olarak görünen saçları, Şek:
Şüphe, Hüsn: Kemâl eksiksiz olan
güzellik, iyilik anlamlarındadır. Buna göre sakın şüphe etme, yârin /
sevgilinin tecellileridir zuhur edip açığa çıkan. Hep onun noksansız, eksiksiz
kemâl güzelliğidir apaçık zahir olan, buyruluyor.
Çünkü Hakk’ın kemâlini, celâl ve cemâl tecellileri
oluşturur. Bunu ifadeyle Kur’an’da; “Yeryüzündeki herkes / her şey fanidir,
yokluktadır.Celal ve ikramsahibi olan Rabbinin vechi / yüzü baki’dir.” (Rahman, 26-27) buyrulur ki, bu ayette
geçen “ikram,” kerem ismi zuhuru ve
cemâl tesirinde olduğu için cemâl demektir. Buna göre ayetin manası; ‘yeryüzündeki
cümle varlıklar her an yokluktadır, gözükenler ise varlığı sonsuz, baki olan
rabbın celâl ve cemâl yüzüdür’ demektir. Ki bu celâl ve cemâl Rabbın
eksiksiz noksansız kemâl güzelliğini
oluşturur. Ve ilâh-i aşk’la bu kemâl’e her kim mazhar olursa o, ilâh-i
sevgilinin zülüfü olan isim
tecellilerini, Rabbin hüsnü vechi
(güzel yüzü) olan sıfatlarının zuhuru olarak müşahade eder.
Bunu ifadeyle
Malik Efendi Hz;
Zülf-i yârindir bu zuhura şek etme gel, hep hüsn-i onunzahir başka değil, buyuruyor. Kisakın şüphe etme, apaçık olan ilâh-i
sevgilinin zülüfü olan isimler zuhuru olduğu gibi, gözükenler, ilâh-i
sevgilinin kemâl güzelliğinden başka bir şey değildir,demektir.
Cümle eşya ka’im onunla ey
dil
Görünen cilvesidir gözleri
sil
Gözüken cümle eşya Hakk’ın tecellileri ile
kaimdir, mevcuttur. Eğer Allah’u taalâ yarattığı cümle varlıklara ve eşyaya ‘Ben sizden ayrılıyorum ne haliniz varsa
görün” demiş olsa, ne bir varlık, nede bir eşya kalır. Çünkü hepsinin yani
cümle yaratılmışların varlığı, rabbin tecellileri görüntüsünden başka bir şey
değildir. Ki, bu ilâh-i sevgilinin cilvesi olup Rabbin güzelliğini
sergilemesidir. İşte daim zikir ve tevhidi hakiki keşfi irfanıyla gayrıyetten /
masivadan arınmış olan Hak âşıkları, ilâh-i sevgilinin cilvesini, yani Rabbin
tecellileriyle sergilediği güzelliğini görüp müşahade ederler.
Bunu beyanla cümle eşya ka’im
onunla ey dil(gönül), Görünen
cilvesidir, yani tüm gözükenler ilâh-i sevgilinin zuhuruyla sergilediği
güzelliğinden başka bir şey değildir. Ki bu müşahedeye erişmek için gözlerini zikri daim ve tevhidi hakiki
irfanıyla gayrıyetten / masivadan sil,
buyruluyor.
Zevk-i hakikatle müşahede
kıl
Can gözüyle görünür lezzet
-i dil
Zevk-i hakikat: Tevhidi hakiki keşfi
irfanıyla hâsıl olan zevki ilâhidir. Can
gözü ile görmek ise: Gerek kendi varlığında gerekse cümle eşyada ilâh-i
sevgiliden gayrı görmemek olup, ancak bu nazar ve görüşle dil / gönül lezzetlenerek, zevkullaha mazhar olur, deniliyor.
Senliğin
Hilmi perdedir yırtgil
Gayrı yok
heme ol ma’şuk bilgil
Aşığın
ilâh-i sevgiliye kavuşmasının yolundaki en büyük engel, insanın kendine nisbet
ettiği varlığıdır. Ki bu varlık, ancak “Ölmeden evvel ölün” (Hadisi şerif)
buyruğuna itaatla fena bulup yokluğa ulaşır. Ve o zaman âşık “Doğu da batı da Allah’ındır, yüzünüzü
nereye çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) ayetinin hikmeti mazharıyetiyle,
her nereye baksa ilâh-i sevgiliyi müşahede eder.
Bunu beyanla Malik Efendi Hz; Hilmisenliğin,
yani kendine nisbetle var olduğunu zannettiğin varlığın, ilâhi sevgiliyi
görmene perdedir. Ve bu perdeyi
fenaya yokluğa eriştirmekle yırtgil,
o zaman rabbinden gayrısının yok olduğuna, hemen görünenin ise ol
ma’şuk (ilâh-i sevgili) olduğuna arif olup bilgil, diyor. Allahuâlem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder