ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Şah Hüseyin
ağlamaktır karımız
Dü cihanda
çünkü oldur yârımız
Şah Hüseyin:Hz. Resulullah’ın kızı
Fatma’dan olan torunu ve şehidlerin padişahı / şahı Hz.Hüseyin’dir,Dü cihan:Dünya ve ahiret iki âlemdir.
Buna göre Hz. Hüseyin ile yakınlarının
şehid edilmekle, cümle müminleri üzüntüye boğan ve İslam dünyasında değişik
açılardan değerlendirilen kerbela
hadisesinden ve öncesinden bahsetmek icab eder.
Kerbelâ kâtliamını gerçekleştiren Yezid’dir.
Yezidin babası ise Muaviyedir.
Muaviye’nin babası Ebu Süfyan,annesi
ise Uhut Harbinde şehid olan Resulullah Efendimiz’in amcası Hz. Hamza’nın ciğerlerini yiyen Hind’dir.
Bazı tarihçilere göre Muaviye, Mekke
fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle
görünmüştür. Ki Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimiz’in bu
alemden geçmesi ise, miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in
vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz.Resulullah’ın nübüvvetini
tamamla-masına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür.
Bu itibarla Muaviye için ‘vahiy kâtibi’ idi derler ki, bu yalandır.
Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği aşağı
yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı yakınlarının ömrü
hayatları daima Hz. Peygamber Efendimizle ve sahabelerle harp ve mücadele
etmekle geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekke’liler
teslim olmak mecburiyetinde kalınca bunlar, Müslüman oldular veya Müslüman
görünme mecburiyetinde kaldılar.Bunlar Peygamber Efendimiz ile yaptıkları savaş
ve mücadelelerde, başta Hz.Hamza
olmak üzere birçok sahabeyi şehit ettiler, kendileri de çok kan kaybettiler.
Onun için Kerbela faciasında Hz. Hüseyin ve yakınlarının şehid edilmelerinden
sonra Muaviye’nin oğlu Yezid, “Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını
aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir.
Hz. Ali, Emir-el Müminin (müminlerin devlet başkanı) olduğu zaman
Muaviye Şam’da vali idi. Hz.Ali, devletin başı olarak bazı valilerle beraber
Şam valisini de değiştirerek, yerlerine başkalarını vali olarak tayin etti.
Fakat Muaviye bu karara emre uymayıp Emir-el Mümin Hz.Ali’ye isyan etti ve Şam
valiliğini bırakmadı.
Hz. Peygamber Efendimiz; “Âlemlerin Rabbi olan Allah benim mevlâmdır
/ dostumdur; ben kimin mevlâsı isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlâsıdır.
Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruh’u
ruhum’dur, kan’ı kanım’dır, cism’i cismim’dir. Ey insanlar, size iki emanet
bırakıyorum. Birisi Kur’an, diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki,
bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Hz.
Resulullah Efendimiz’in bu ve benzeri birçok apaçık beyanları ile kıymeti ifade
edilen veliler şahı Hz.Ali’ye karşı Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve birçokları da Hıristiyanlardan
oluşan bir ordu topladı. Ve Sıffın isyanında Kur’an sahifelerini
askerlerinin mızraklarının uçlarına taktırıp Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi
çıkarı için kullandı.
Muaviye kendi devlet başkanı olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok
zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeleri sürgün edip göçe zorladı. Ki, bu
göç neticesiyle Ehl-i Beyt, ensar ve seçkin sahabeler, Türk yurtlarına göç edip
Türk Milletine Medine misyonunu,Ruh-u
Muhammed’i taşıyıp getirmişler, Türk kültür ve medeniyetinin Kur’an ve Ruh-u
Muhammed ile şekillenmesine sebep olmuşlardır.
Türk milleti, ruh-u Muhammed
mazhariyetiyle milletler arasında Muhammed isminin kısaltılmışı olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler
içerisinde Hz.Muhammed’in ismiyle anılan yegâne millet olduğu gibi, askeri ve
ordusu yeryüzünde Mehmetçik(Muhammed’çik)
ismiyle anılan yegane asker ve ordu olmuştur. Bu göçlerin tesiri ile Türk
milleti, Kur’an-ı ve İslam’ı hayat nizamı haline getirerek kendi milli
kültürüne, örf ve geleneğine vahyi ve Muhammed-i kulluğu kilim ilmiği gibi
işleyerek yaşadı ve yaşamaktadır.
Hz. Peygamber Efendimiz’den
sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar Kur’an’ın,“…iş
ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git…” (Ali İmran, 159)“İşlerini şura
ile yaparlar…” (Şura, 38) ve“Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi
emreder.” (Nisa, 58) buyruğu
ile hareket edilerek, ehil olan her kim ise o, Emir-el Müminin / devlet başkanı
ve mevki makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid olmadan
evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi?’ diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır,
benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makamın ehli ise ehil olana biat
edin.” demiştir. İşte bu itibarla Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve
Hasan Hazeratlarının devlet başkanı olması şura, yani meclis kararıyla ve ehil
olmalarındandı. Ve bu yönetim şekli Cumhuriyet’ti.
Hz. Hasan altı ay gibi kısa bir süre yaptığı devlet başkanlığından,
Muaviye ile antlaşma yaparak Muaviye lehine istifa etti. Ve bu anlaşmaya ‘Muaviye’den
sonra yine şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecektir
şartı konuldu.’ Ve bu şekilde antlaşıldıktan sonra Muaviye devletin başı
oldu.
Fakat Muaviye sözünde durmadı, yapılan
bu antlaşmaya uymayıp antlaşmayı bozarak cahiliye Arap geleneği olan
kabileciliği, aşiretçiliği tekrar ihya edip dirilterek oğlu Yezid’i padişah
yaptı. Muaviye ve Yezid, Kur’an buyruğu olan şura /
meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi kuralını çiğneyerek iptal
ettiler, yani Cumhuriyet idaresini yıktılar. Muaviye ve Yezidden sonra gelen
padişahların da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi
1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp
Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan Hazeratları dönemine kadar devam eden ve
Muaviye’nin yıkıp ortadan kaldırdığı, “meclise
/ şuraya danışılarak emanetin ehline verilmesi”Kur’an buyruğu olan Cumhuriyet
yönetimi ancak,1923’te tekrar Türk milleti tarafından, Atatürk’ün
liderliğinde kuruldu. Ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir.
İşte Muaviye'yi vahiy kâtibi, yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler,
onun yaptığı ihaneti görmezden gelerek, kıytırık bazı kelime oyunlarıyla
mesela, ‘Hz.Ali muhakkak haklı idi,
fakat Muaviye de haksız değildi.’ vb. saçma sapan ifadelerle Muaviye'yi
aziz tutmuşlar ve padişahlık sisteminin devamını, kendi kabile ve aşiretinin
menfaat ve bekası için Muaviye'yi büyük sahabe gibi göstermişlerdir. Ve
Muaviyeyi aziz ulu gösteren uydurma hadisler ile yüzyıllardır İslam âlemine
yalan söylemişler ve zulüm etmişlerdir. Bu zulmü günümüzde de halen devam
ettirmektedirler. Ki bunlar halen bu zulüm misyonunu devam ettirdikleri gibi,
her fırsatta Cumhuriyete ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık yapıyorlar, her
fırsatta bugün dahi Ehl-i Beyt’e evlad-ı Resul’e saldırıyor ve hor görüyorlar. Ne
yazık ki, bazı Ehl-i Beyti temsil iddiasında olan kurumlar, tarikatlar,
şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile intikali, çelebilik, babalık, dedelik, efendilik vb.
isim ve ünvanlarla halen devam ettiriyorlar.
Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif yapılırken Hz. Resulullah
Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra seçkin sahabeden Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya
Resulullah, senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.”dedi. Hz.
Resulullah da kabul etti. “Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar
İbni Yaser iki kerpiç taşırdı.” Sonra Hz. Resulullah “Ammar
İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı sildi,” oradaki kalabalık olan
sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı şekilde,“Senin şehadetin, taifeyi bagiye
(asiler, isyancılar) tarafından olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin,
onlar ise batıl tarafına çekecektir.” buyurdu. Ki, sonra aynen öyle
oldu ve Ammar İbni Yaser, Muaviye’nin mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını
taktığı Sıffın isyanında, Hz. Ali’nin yanında yer aldı ve Muaviye
taraftarlarınca şehid edildi.
Yezid; Muaviye’nin oğlu ve veliahtı olup,
Muaviye’den sonra gelen Emevi Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezfid kötü olduğu
için, Türk Milletine mensub olan hiç kimse evladına Yezid adı’nı takmaz Yezid
ismiyle isimlendirmez. Kur’an’daki: “Peygamberlik yapmamdan dolayı sizden
herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı / Ehl-i Beytimi
sevmenizi istiyorum…” (Şura,23)
ayet beyanıyla yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ve Hz. Peygamber Efendimiz’in ‘Size
emanet ediyorum’ dediği ehl-i beyti, işkence ile şehit ettiren Yezid,
seçkin sahabelere de birçok eziyet, işkence ve zulümler yapmıştır.
Yezid saltanatı zamanında, “Oğlan
kardeşin, kız kardeşiyle evlenmesi caizdir.” diye ferman yazdı. Hangi
ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz değildir.”der ise onu
katletti. “Ehl-i Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin,” dedi.
Yezid zaliminin yaptığı zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla
bitmez.
Fakat yapılan bu zulümler, maalesef
medrese öğretilerinde ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, adi vaka gibi
gösterilmiş veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Bu
alimler hizmet ettikleri devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve
menfaatlenmek için Muaviye ve Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını
çarpıtarak, yalan rivayetlerle sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi, veya ‘O
kadar da değil canım, Muaviye ve Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları
vardır. Onlar da sahabedendir, onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki
ihtilafa bizim aklımız ermez.’ gibi yalanlar söylemişlerdir. ‘Evliyanın
en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’
uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar
getirmişlerdir.
Muaviye zürriyeti Emevilerin bazı
zalim padişah ve komutanlarını, İslam için fetih yapan kahramanlar olarak lanse
etmişler, seçkin sahabelerin bu zalimler ile beraber olduğunu ima eden yalan
rivayetler uydurmuşlardır.
Bu yalan uydurma rivayetlerin en
çarpıcılarından birisi de, ‘Hz. Resulullah’ın
evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri’nin, yaklaşık yüz
yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte
İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara
hücum ederken şehit oldu’ yalanıdır. Ki leddun-i hikmet ve ruhaniyet yüklü
şiirlerini açıklamaya / şerh etmeye çalıştığımız, Abdülmalik Hilmi Hz.nin,
Kosova Devleti’nin Rahoves şehrinde kurup inşa ettiği Melami tekkesinde. Yüksek
düzeyde öğrenim ve eğitim gören ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip bizlere
irşad olduğu Ruh-u Muhammedi taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hz;
‘Tarih
iki türlüdür biri yazılı diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre
hicrette Resulullah Efendimiz’in evinde misafir kaldığı sahabe Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezidin Hz.
Hüseyin ve evlad-ı Resul katliamından Hz. Hüseyin’in iki kızı Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat katliamdan kurtarılan bu kızları
yezid kendisine teslim etmesini Eyüp El-ensari’den istemiştir.
Bunun
üzerine Eyüp-el Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o günkü İspanya
kralına sığınıyor. Ve ispanya Kralı, Hz. Peygamberin bu arkadaşına hürmet ediyor
fakat muaviye zürriyeti olan Emeviler, Hz. Eyüp-el Ensar’ın ve iki kız’ın izini
bulup İspanya kralına bunları kendilerine teslim edilmesi için baskı
yapıyorlar. Kral da, Eyüp-el Ensar’a; “Ben
bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım, sen Bizans
devletine sığın, o devlet güçlüdür seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki
küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a, yani İstanbul’a gidiyor. Ve
Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla
yaşıyorlar.
Fakat
zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral Hz. Eyüp’e, “Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim” diyor. Bunun üzerine
Hz. Eyüp sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i
Peygamber, diğer tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyup barındıran
iyilik eden de olsa gayrimüslimler. Hz. Eyüp Kraldan düşünmek için biraz
müsaade istiyor. Ve bu düşünme
esnasında, kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat
ediyorlar. Ve istanbul’un Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine bizzat
Eyüp-el Ensari Hz. tarafından defnediliyorlar. Daha sonra da Hz. Eyüp vefat
ediyor ve onu da surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri
bulunup şimdiki Eyüp Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin
gönlüne ve vatanına kavuşuyor.”
buyurdular.
Kemal Efendi Hazretleri beyan ettiği
bu rivayetin;“Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca Mustafa Paşa semtinde
türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz.Hüseyin’in kızları Zeynep ve
Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi.
İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı
zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp-el Ensari
Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve
surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de
soralım: ‘Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa
semtindeki türbelerine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak
Eyüp-el Ensari Hazretleri ile geldiler.’
Ayrıca Muaviye, devletin başına emir
olunca, Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir karısıydın, Hasan’ı öldürürsen,
seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’ diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı
karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu kadın kocası Hz. Hasanı öldürdü
diyerek, onu da öldürttü.
Hz.
Hüseyin, Muaviye'nin oğlu Yezid’i
veliaht emir ilan etmesine itiraz ederek, abisi Hz. Hasan ileMuaviye arasında
yapılan anlaşmanın gereğine uyulup şurayı, yani seçici meclisi kurmalarını ve
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki
gibi, seçici meclisin kararına uyularak ehil olanı seçelim, meclis kimi seçerse
onu devletin başı, yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten Muaviye’yle Hz. Hasan,
Muaviye’den sonra şurayı / meclisi toplayarak meclisin seçtiği kimsenin
devletin başına getirilmesi şartıyla antlaştığı için, Hz. Hasan devlet
başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz. Hüseyin bu
antlaşmaya uyulmasını ifade ederek, Yezid’in bir oldubitti ile ilan edilen
emirliğini, padişahlığını tanımadı kabul etmedi.
Bunun üzerine küfe tarafındaki halk, Hz.Hüseyin’i devletin başına ehil
olanı seçmek için kurulan seçici meclise başkanlık yapmaya, can emniyetlerini
sağlayacaklarını da taahhüt ederek küfe şehrine davet ettiler. Bu davet üzerine
Hz. Hüseyin, bütün çoluk çocuk kadınlardan oluşan Ehl-i Beyt ve maiyeti ile hep
beraber, Medine’den Kufe’ye doğru yola çıktılar.
Bazıları, Hz.Hüseyin’in ‘halife yani emir-el müminin olmak için yola
çıktığını’ söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Eğer dava
halifelik, emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin tartışmadan
kolayca Emir-el Mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarlaHz. Hüseyin’in
ehl-i beyt’in davası; meclisi toplayıp, meclisin kararıyla kuranın açık emri olan
“emanetin
layık olana, ehline verilmesi” (Nisa, 58) davasıdır.
İşte bu meclisi toplamak için
Medine’den Küfe’ye doğru yola çıkan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Kerbelâ mevkiine
gelince Yezid'in adamları tarafından kuşatıldılar. Ve Hz. Hüseyin: “Bizden
ne istiyorsunuz? Bırakın seçici şurayı yani meclisi toplamak için Kufe’ye
gidelim,” dedi. ‘Olmaz.’
dediler. Hz. Hüseyin “Peki, geri Medine'ye dönelim” dedi.
Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz.
Hüseyin: “Peki bizden ne istiyorsunuz?”dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etmenizi, Yezid’in
emirliğini, padişahlığını tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya
Yezid’e biat, ya da ölüm.’ dediler.
Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e
biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek
şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani
cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve halen vermektedir.
Bu itibarla kerbelâda feci bir şekilde
işlenen cinayet ve katliam, bütün müminleri derinden üzüntüye sevketmiş olduğundan,
manevi ehl-i beyt / evlad-ı Resul olan Malik Efendi hem soyca hemde
manevi Ehl-i Beyt olan Hz. Hüseyin’i imam ve önder kabul edip, Şah Hüseyin ağlamaktır karımız diyerek
üzüntüsünü beyan ediyor. Ve devamla Dü (iki) cihanda çünkü oldur yârımız buyurmakla,
ehli beyti severiz dünya ve ahirette ehlibeyt bizim dostumuz ve yârimizdir
diyor. Çünkü “De ki, ben buna
karşılık sizden yakın akrabamı / ehlibeytimi sevmeniz dışında bir şey
istemiyorum…” (Şura, 23) Kur’an beyanı gereğince cümle ehli irfan ve ehli
kemâl, ehli beyti severler ve ehli beyt’in yâri ve dostudurler. Vesselam.
"Ene
min Hüseyin" dedi serdarımız
Mustafa ile
Hüseyin bir görürüz
Serdar:Komutan, önder, imam, "Ene min Hüseyin" hadisi
şerif bayanı olup,“Ben Hüseyin’denim”
demektir. Mustafa: Resulullah’ın
(sav) ismi vasfıdır. Mustafa, fenafillâh ile gayrıyetten kurtularak bekabillâh
ile durula durula nübuvet ruhaniyetiyle kazanılan safiyetin sırrını remzeder.
Buna göre, “Hüseyni ene min ene min Hüseyin / Hüseyin benden ben hüseyindenim”
Hadis-i şerifine işaretle, cümle ehli kemâlin ve peygamberlerin serdarı olan Hz. Resulullah’ın “Ben
Hüseyin’denim” buyruğu gereğince, Peygamber Efendimiz’in Mustafa ismi sırrındaki hikmeti ve Hüseyn’i ayrı görmeyiz bir görürüz, buyruluyor.
Hz.Resulullah’ın “Ben Hüseyindenim”
beyanı, Hüseyin de gözüken ahlak, tabiat, ruhaniyet ve marifet, benim ahlak,
tabiat, ruhaniyet ve marifetimdir demektir. Ki bu beyanıyla peygamber efendimiz,
Hz. Hüseyinin manevi ehl-i beyt olduğunu da ifade ediyor. Çünkü Hz. Hüseyin
Resulullah’ın torunu olduğu için soyca da ehli beyttir. Bu itibarla Hz. Hüseyin
hem soyca hemde manevi ehli beyt olan ve fenafillâh keşfi irfanıyla gayrıyetten
kurtulmuş, bekabillâh kemalatı ve nubuvet ruhaniyeti arınmışlığını remze-den,
Mustafa sırrına mazhar olan seçkinlerindendir.
Bunu beyanla, cümle peygamberlerin ve ehl-i kemâlin serdarı olan Hz. Resulullah Efendimiz’in; “Ben Hüseyin’denim” dediği Hz. Hüseyini, nübüvvet ruhaniyeti arınmışlığı ve safiyetini remzeden Mustafa ismi hikmetinden ayrı değil, bir
görürüz deniliyor.
Tâ ezelden
bu sırra beli deriz
Bunu inkâr
eyleyen lanetleriz
Beli: Evet demektir. Manevi Ehl-i Beyt, Hz.
Resulullah ile herhangi bir soy, kan yakınlığı ve akrabalığı olmadığı halde,
Nur-u Muhammed’e (sav) mazhar olanlardır. Ki bunu beyanla Peygamber Efendimiz; “Allah
beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı.” buyurmuştur. Bu
yaratılma cümle müminleri kapsadığı gibi, meslek-i
Resul seyr-i süluku ile hâsıl olan Nur-u Muhammed mazharıyetiyle kulun, hakiki / gerçek müminliğe ulaşıp, insanı kâmil olmasıdır.
Bunu ifadeyle Hz. Peygamber Efendimiz;“Selman benim Ehl-i Beyt'imdir”
demiştir. Ki, Selman-ı Farisi’nin
Hz. Resulallah Efedimiz ile soyca herhangi bir yakınlığı, akrabalığı yoktu.
Çünkü kendisi Farisi, yani İranlı idi. Ve Selman gibi soyca herhangi bir
akrabalığı olmadığı halde Peygamber Efendimiz’in “Ehl-i Beyt’imdir” dediği
başka sahabeler de vardı ki, bunlar özellikle Ashab-ı Suffa içinden idiler.
Manevi Ehl-i Beyt / evlad-ı Resul, Nur’u Muhammed’in mazharı olan her
zamanın insanı kâmil velileridir. Bunlar, Hz. Peygamber efendimizin unsur
bedenle bu âlemde zuhur etmesinden evvel de vardılar, sonra da olmuşturlar,
halen de var ve mevcut olup, kıyamete kadar da bu âlemde var olacaklardır.
Bunu ifadeyle Kur’an’da; ''Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla
beraber olanlar inkârcılara karşı çetin, aşılmazdırlar. Kendi aralarında ve
müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde ve rûkû ederler. Allah’tan bir lütuf
ve hoşnutluk isterler. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri / izi
vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil'de ise
ekin filizi… ile misallendirdik...''
(Fetih,29) buyrulur. Ki Nur-u Muhammed mazharı manevi evlad-ı Resul’un, Hz.
Peygamberin unsur bedenle bu âleme teşrif etmesinden evvel de mevcut olduğundan
ayetteki, “Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil’de ise ekin filizi…
misallendirdik.”beyanı, o zamanki manevi evlad-ı Resulü ifade eder.Ki
Tevrat, Hz. Resulullah’ın unsur bedenle bu âlemdeki zuhurundan yüzyıllarca
evvel Hz.Musa’ya, İncil ise Hz. İsa’ya vahiy olmuştur.
Cümle peygamber ve veliler,
zamanlarında Nur-u Muhammed mazhariyetiyle tebliğ ve irşadda bulunmuşlardır. Ki
evlad-ı Resul olan insanı kâmil velilerin, velayet yoluyla olan tebliğ ve
irşadları tüm zamanlarda olduğu gibi, halen devam etmektedir ve kıyamete kadar
devam edecektir.
Hz. Resulullah Efendimiz, rüyasında
emevi soyunun, yani Muaviye
zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine bevlettiğini / işeyerek
pislettiğini gördü.Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana gösterdiğimiz o rüyayı da,
Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o secereyi de / soyu da insanları deneme /
imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra,60) ayeti inzal oldu. Resulullah Efendimiz’in bu rüyası,
vahiyle tabir edilerek, rüyada gördüğünün “lanetlenmiş” bir
“soy / secere” olduğu Cenab-ı Hak tarafından beyan edilmiştir.
Ki ayetteki arapça olan “şeceratel mel’unete” ifadesi,
tefsirciler tarafından genellikle lanetlenmiş ağaç olarak yorumlansa da,
lanetlenmiş şecere, soy, sülale,
zürriyet anlamlarına da gelir. Bunu ifadeyle bu ayet inzal olduğunda Hz.
resulullah gördüğü rüyayı sadece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e anlatıp, onlara “bu
rüyadan sakın hiç kimseye bahsetmeyin” diyor. Fakat Hz. Ayşe validemiz
emevi soyundan, yani Muaviye’nin aşiretine mensup kadınlarla tartışırken; “sizi
lanetlisiniz Hakkınızda ayet indi” dediğinde ortalık karışıyor. Ve Hz.
Resulullah Ebu Bekir ve Ömer Hazeratlarını çağırıp “Ben size tembih ettiğim halde
neden Ayşe’ye behsettiniz” dediğinde her ikisi de, Hz. Ayşe’ye
bahsetmediklerini söylüyorlar. Bunu üzerine Hz. Peygamber Efendimiz, Hz.
Ayşe’ye nereden öğrendiğini sorduğunda Hz. Ayşe; “ben inzal olan ayetin manayı
hikmetinden emevi zürriyetinin soyunun kastedildiğini kendim anladım”
diyor.
Bu itibarla Cenab-ı Hakk’ın Kur’an’daki bu ayet beyanı icabınca cümle
ehl-i kemal; Muaviye’ye, Yezid’e ve onların zürriyetlerine yani o misyonu devam
ettirenlere lanet ederler. Bizler de Muaviye ve Yezide lanet ettiğimiz gibi,
bugün dahi bunların misyonunu devam ettirenlere lanet edip, onların hile ve
şerrinden Allah’a sığınırız.
İşte Malik Efendi Hazretleri; ta
ezelden bu sırra, yani nur-u Muhammed mazharıyetiyle Ehl-i Beyt’in / evlad-ı
Resul’ün tüm zamanlarda ve bu gün yaptığı tebliğ ve irşad ile aydınlanma
sırrına biz, beli (evet) deriz ve bu irşad ile aydınlanırız.
Evlad-ı Resul olan insanı kâmil velilerde zahir olup açığa çıkan bu sırrın irşadını engelleyenleri,
gaflet ve cehaletle kabul etmeyip inkâr
eyleyenleri ise lânetleriz,
diyor.<<<
Ehl-i aba beş hurufdur şüphesiz
İsm-i
Celâlde bu virdi kılarız
Ehl-i
aba: Hazreti
Peygamber’in örtüsü / abası altında olanlardır,Beş huruf: Beş harf, anlamında olup beş harf, ehl-i aba olan beş
kişiyi ifade eder. Bunlar, 1- Hz.Muhammed (s.a.v) 2- Hz.Ali 3- Hz.Fatma 4- Hz.Hasan5- Hz.
Hüseyin’dir. İsmi Celâl: Allah ismi,
Vird: Ahval, tavır, davranış
demektir.
Hıristiyan rahipler, Hz. Resûlullah’ı yalancılıkla itham ettiler. Bunun
üzerine vahiy geldi ve “De ki; oğullarınızı ve oğullarımızı,
kadınlarınızı ve kadınlarımızı, kendinizi ve kendimizi alıp meydana çıkalım.
Kim yalancı ise lanetleşelim/Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun
diyelim.” (Âl-i İmrân,61) buyruldu.
Bu âyet vahyedilince Hz.Peygamber Efendimiz Hz.Ali, Hz.Fatma, Hz.Hasan ve
Hz.Hüseyin’i alıp hep beraber beş kişi Hıristiyan rahiplerle lanetleşmek için
meydana çıktılar. Fakat Hıristiyan rahipler korktular ve lanetleşmek için
meydana çıkmadılar. Bunun üzerine Hz.Peygamber Efendimiz abasını / örtüsünü
sırtından çıkararak Hz.Ali, Hz.Fatma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i örterek,“Benim
Ehl-i Beyt’im / Ev halkım bunlardır.” dedi.
Bu itibarla beş huruf olan ehl-i aba,
Hz.Peygamber’in yüce abası / örtüsü altındaki Ehl-i Beyti’tir. Ki ehl-i aba
olan bu beş kişi “Pençe-i Al-i Aba veya hamse-i Al-i aba ” olarak da ifade
edilir.
Manev-i
Ehl-i Beyt’te Nur-u
Muhammed aba’sı / örtüsü ile
örtündüğünden, ehl-i aba’dır. Ki, bu
Nur-u Muhammed aba’sı altına girebilmek için ism-i Celâl olan Allah zikr-i daim
uyanıklığı ve meratibi ilâhi müşahadesiyle hâsıl olan marifetullah gerekir.
Çünkü ismi Celâl yakıcı olduğundan, kul’un gönlündeki / kalbindeki Allah’tan
başka herbir şeyin muhabbetini yakıp yok ederek, Allah’ı makamlarında müşahade
merifet ve kemalatı olan Muhammed-i kulluğuna insanı ulaştırır.
Bunu ifadeyle Nur-u Muhammed abası (örtüsü) ile örtünmüş manevi Ehl-i Beyt
/ evlad-ı Resul arasına dâhil olarak, her nefeste zikrettiğimiz İsm-i Celâl olan Allah’ı makamlarında müşahade, kemali marifet kulluk virdini kılarız(yaparız),
buyruluyor.
Hilmi 'ya bu
sırrı biz faş kılmayız
Beş içinde
beş durur dört görürüz
Tabiat ve unsur âleminin aslını hava,
su, toprak ve ateş olan dört asıl’ın karışımı(terkibi)
oluşturur. Ve bu âlemdeki cümle varlıkların ve insanların suret ve bedenleri,
bu dört asıl’ın terkibi / karışımıyla var olup gözükür. Mana âlemlerini ve manevi
vücudu ise hafa, ruh, nefs, kalp ve sır olan beş haslet oluşturur. Ki bu beş haslet meratibi tevhid olan Cenab-ı
Hakk’ın makamlarının mahiyetidir. Ve bu makamların mahiyeti, tüm zamanlarda
unsur bedenle yeryüzünde insanları irşad eden Ehl-i Beyt’in / evlad-ı Resul’un
irşad ve tebliğinde mevcuttur.
Bu itibarlabeş içinde beş durur
dört görürüz demek, Hz. Resulullah ile beraber pençe-i âli aba olan beş kişinin
marifet ve ruhaniyetini hafa, ruh, nefs,
kalp ve sır olan manevi vücudun beş hasletin kemalâtı oluştuduğundan.
Aba / örtü altındaki beş kişinin
mazhar olduğu manevi vücudun beş
hasletini biz, dört terkip /
karışımdan ibaret bedeni / suretiyle bu âlemde tüm zamanlarda mevcut olan
manevi evlad-ı Resul’un / Ehl-i Beyt’in telkin ve irşadında görürüz, demektir. Ki bu irşada mazhar
ve manevi Ehl-i Beyt / evlad-ı Resul olan Malik Efendi; Hilmi lakabı ile bu sırrı
faş kılmayız diyerek, evlad-ı Resul’un irşadında mevcut olan manevi vücudun
beş hasletinin sırrını, ehil olanlardan başkasına açıp ifşa etmeyiz diyor.
Çünkü Pir Seyyid Muhammed Nur Hz; “Sırr-ı
ilâhiyi na ehle (ehil olmayana) faş etmek pek fenadır, kötüdür ki; süreti
katiyette cezaya müstehak olur. Şeriattaki sirkât cezası (hırsızın elini kesme
cezası) gibi cezalanır ve onun tevhidden eli kesilir” buyurmuştur.
Allahuâlem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder