18 Şubat 2016 Perşembe

Şah Hüseyin ağlamaktır karımız



ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN



Şah Hüseyin ağlamaktır karımız
Dü cihanda çünkü oldur yârımız

      Şah Hüseyin:Hz. Resulullah’ın kızı Fatma’dan olan torunu ve şehidlerin padişahı / şahı Hz.Hüseyin’dir,Dü cihan:Dünya ve ahiret iki âlemdir.
Buna göre Hz. Hüseyin ile yakınlarının şehid edilmekle, cümle müminleri üzüntüye boğan ve İslam dünyasında değişik açılardan değerlendirilen kerbela hadisesinden ve öncesinden bahsetmek icab eder.
      Kerbelâ kâtliamını gerçekleştiren Yezid’dir. Yezidin babası ise Muaviyedir. Muaviye’nin babası Ebu Süfyan,annesi ise Uhut Harbinde şehid olan Resulullah Efendimiz’in amcası Hz. Hamza’nın ciğerlerini yiyen Hind’dir.
Bazı tarihçilere göre Muaviye, Mekke fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür. Ki Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimiz’in bu alemden geçmesi ise, miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz.Resulullah’ın nübüvvetini tamamla-masına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür.
Bu itibarla Muaviye için ‘vahiy kâtibi’ idi derler ki, bu yalandır. Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği aşağı yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı yakınlarının ömrü hayatları daima Hz. Peygamber Efendimizle ve sahabelerle harp ve mücadele etmekle geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekke’liler teslim olmak mecburiyetinde kalınca bunlar, Müslüman oldular veya Müslüman görünme mecburiyetinde kaldılar.Bunlar Peygamber Efendimiz ile yaptıkları savaş ve mücadelelerde, başta Hz.Hamza olmak üzere birçok sahabeyi şehit ettiler, kendileri de çok kan kaybettiler. Onun için Kerbela faciasında Hz. Hüseyin ve yakınlarının şehid edilmelerinden sonra Muaviye’nin oğlu Yezid, “Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir.
      Hz. Ali, Emir-el Müminin (müminlerin devlet başkanı) olduğu zaman Muaviye Şam’da vali idi. Hz.Ali, devletin başı olarak bazı valilerle beraber Şam valisini de değiştirerek, yerlerine başkalarını vali olarak tayin etti. Fakat Muaviye bu karara emre uymayıp Emir-el Mümin Hz.Ali’ye isyan etti ve Şam valiliğini bırakmadı.
      Hz. Peygamber Efendimiz; “Âlemlerin Rabbi olan Allah benim mevlâmdır / dostumdur; ben kimin mevlâsı isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlâsıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruh’u ruhum’dur, kan’ı kanım’dır, cism’i cismim’dir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum. Birisi Kur’an, diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki, bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Hz. Resulullah Efendimiz’in bu ve benzeri birçok apaçık beyanları ile kıymeti ifade edilen veliler şahı Hz.Ali’ye karşı Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve birçokları da Hıristiyanlardan oluşan bir ordu topladı. Ve Sıffın isyanında Kur’an sahifelerini askerlerinin mızraklarının uçlarına taktırıp Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi çıkarı için kullandı.
      Muaviye kendi devlet başkanı olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeleri sürgün edip göçe zorladı. Ki, bu göç neticesiyle Ehl-i Beyt, ensar ve seçkin sahabeler, Türk yurtlarına göç edip Türk Milletine Medine misyonunu,Ruh-u Muhammed’i taşıyıp getirmişler, Türk kültür ve medeniyetinin Kur’an ve Ruh-u Muhammed ile şekillenmesine sebep olmuşlardır.
Türk milleti, ruh-u Muhammed mazhariyetiyle milletler arasında Muhammed isminin kısaltılmışı olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler içerisinde Hz.Muhammed’in ismiyle anılan yegâne millet olduğu gibi, askeri ve ordusu yeryüzünde Mehmetçik(Muhammed’çik) ismiyle anılan yegane asker ve ordu olmuştur. Bu göçlerin tesiri ile Türk milleti, Kur’an-ı ve İslam’ı hayat nizamı haline getirerek kendi milli kültürüne, örf ve geleneğine vahyi ve Muhammed-i kulluğu kilim ilmiği gibi işleyerek yaşadı ve yaşamaktadır.
      Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar Kur’an’ın,“…iş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git…” (Ali İmran, 159)“İşlerini şura ile yaparlar…” (Şura, 38) ve“Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) buyruğu ile hareket edilerek, ehil olan her kim ise o, Emir-el Müminin / devlet başkanı ve mevki makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid olmadan evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi? diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır, benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makamın ehli ise ehil olana biat edin.” demiştir. İşte bu itibarla Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan Hazeratlarının devlet başkanı olması şura, yani meclis kararıyla ve ehil olmalarındandı. Ve bu yönetim şekli Cumhuriyet’ti.
      Hz. Hasan altı ay gibi kısa bir süre yaptığı devlet başkanlığından, Muaviye ile antlaşma yaparak Muaviye lehine istifa etti. Ve bu anlaşmaya ‘Muaviye’den sonra yine şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecektir şartı konuldu.’ Ve bu şekilde antlaşıldıktan sonra Muaviye devletin başı oldu.
Fakat Muaviye sözünde durmadı, yapılan bu antlaşmaya uymayıp antlaşmayı bozarak cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği, aşiretçiliği tekrar ihya edip dirilterek oğlu Yezid’i padişah yaptı. Muaviye ve Yezid, Kur’an buyruğu olan şura / meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi kuralını çiğneyerek iptal ettiler, yani Cumhuriyet idaresini yıktılar. Muaviye ve Yezidden sonra gelen padişahların da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan Hazeratları dönemine kadar devam eden ve Muaviye’nin yıkıp ortadan kaldırdığı, “meclise / şuraya danışılarak emanetin ehline verilmesi”Kur’an buyruğu olan Cumhuriyet yönetimi ancak,1923’te tekrar Türk milleti tarafından, Atatürk’ün liderliğinde kuruldu. Ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir.
      İşte Muaviye'yi vahiy kâtibi, yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler, onun yaptığı ihaneti görmezden gelerek, kıytırık bazı kelime oyunlarıyla mesela, ‘Hz.Ali muhakkak haklı idi, fakat Muaviye de haksız değildi.’ vb. saçma sapan ifadelerle Muaviye'yi aziz tutmuşlar ve padişahlık sisteminin devamını, kendi kabile ve aşiretinin menfaat ve bekası için Muaviye'yi büyük sahabe gibi göstermişlerdir. Ve Muaviyeyi aziz ulu gösteren uydurma hadisler ile yüzyıllardır İslam âlemine yalan söylemişler ve zulüm etmişlerdir. Bu zulmü günümüzde de halen devam ettirmektedirler. Ki bunlar halen bu zulüm misyonunu devam ettirdikleri gibi, her fırsatta Cumhuriyete ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık yapıyorlar, her fırsatta bugün dahi Ehl-i Beyt’e evlad-ı Resul’e saldırıyor ve hor görüyorlar. Ne yazık ki, bazı Ehl-i Beyti temsil iddiasında olan kurumlar, tarikatlar, şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile intikali, çelebilik, babalık, dedelik, efendilik vb. isim ve ünvanlarla halen devam ettiriyorlar.
      Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif yapılırken Hz. Resulullah Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra seçkin sahabeden Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya Resulullah, senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.”dedi. Hz. Resulullah da kabul etti. “Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar İbni Yaser iki kerpiç taşırdı. Sonra Hz. Resulullah “Ammar İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı sildi,” oradaki kalabalık olan sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı şekilde,“Senin şehadetin, taifeyi bagiye (asiler, isyancılar) tarafından olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin, onlar ise batıl tarafına çekecektir.” buyurdu. Ki, sonra aynen öyle oldu ve Ammar İbni Yaser, Muaviye’nin mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktığı Sıffın isyanında, Hz. Ali’nin yanında yer aldı ve Muaviye taraftarlarınca şehid edildi.
Yezid; Muaviye’nin oğlu ve veliahtı olup, Muaviye’den sonra gelen Emevi Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezfid kötü olduğu için, Türk Milletine mensub olan hiç kimse evladına Yezid adı’nı takmaz Yezid ismiyle isimlendirmez. Kur’an’daki: “Peygamberlik yapmamdan dolayı sizden herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı / Ehl-i Beytimi sevmenizi istiyorum…” (Şura,23) ayet beyanıyla yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ve Hz. Peygamber Efendimiz’in ‘Size emanet ediyorum’ dediği ehl-i beyti, işkence ile şehit ettiren Yezid, seçkin sahabelere de birçok eziyet, işkence ve zulümler yapmıştır.
Yezid saltanatı zamanında, “Oğlan kardeşin, kız kardeşiyle evlenmesi caizdir.” diye ferman yazdı. Hangi ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz değildir.”der ise onu katletti. “Ehl-i Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin,” dedi. Yezid zaliminin yaptığı zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla bitmez.
Fakat yapılan bu zulümler, maalesef medrese öğretilerinde ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, adi vaka gibi gösterilmiş veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Bu alimler hizmet ettikleri devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve menfaatlenmek için Muaviye ve Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını çarpıtarak, yalan rivayetlerle sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi, veya ‘O kadar da değil canım, Muaviye ve Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları vardır. Onlar da sahabedendir, onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki ihtilafa bizim aklımız ermez.’ gibi yalanlar söylemişlerdir. ‘Evliyanın en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’ uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar getirmişlerdir.
Muaviye zürriyeti Emevilerin bazı zalim padişah ve komutanlarını, İslam için fetih yapan kahramanlar olarak lanse etmişler, seçkin sahabelerin bu zalimler ile beraber olduğunu ima eden yalan rivayetler uydurmuşlardır.
Bu yalan uydurma rivayetlerin en çarpıcılarından birisi de, ‘Hz. Resulullah’ın evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri’nin, yaklaşık yüz yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara hücum ederken şehit oldu’ yalanıdır. Ki leddun-i hikmet ve ruhaniyet yüklü şiirlerini açıklamaya / şerh etmeye çalıştığımız, Abdülmalik Hilmi Hz.nin, Kosova Devleti’nin Rahoves şehrinde kurup inşa ettiği Melami tekkesinde. Yüksek düzeyde öğrenim ve eğitim gören ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip bizlere irşad olduğu Ruh-u Muhammedi taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hz;
‘Tarih iki türlüdür biri yazılı diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre hicrette Resulullah Efendimiz’in evinde misafir kaldığı sahabe Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezidin Hz. Hüseyin ve evlad-ı Resul katliamından Hz. Hüseyin’in iki kızı Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat katliamdan kurtarılan bu kızları yezid kendisine teslim etmesini Eyüp El-ensari’den  istemiştir.
Bunun üzerine Eyüp-el Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o günkü İspanya kralına sığınıyor. Ve ispanya Kralı, Hz. Peygamberin bu arkadaşına hürmet ediyor fakat muaviye zürriyeti olan Emeviler, Hz. Eyüp-el Ensar’ın ve iki kız’ın izini bulup İspanya kralına bunları kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlar. Kral da, Eyüp-el Ensar’a; “Ben bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım, sen Bizans devletine sığın, o devlet güçlüdür seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a, yani İstanbul’a gidiyor. Ve Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla yaşıyorlar.
Fakat zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral Hz. Eyüp’e, “Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim” diyor. Bunun üzerine Hz. Eyüp sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i Peygamber, diğer tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyup barındıran iyilik eden de olsa gayrimüslimler. Hz. Eyüp Kraldan düşünmek için biraz müsaade istiyor. Ve bu düşünme esnasında, kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat ediyorlar. Ve istanbul’un Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine bizzat Eyüp-el Ensari Hz. tarafından defnediliyorlar. Daha sonra da Hz. Eyüp vefat ediyor ve onu da surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri bulunup şimdiki Eyüp Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin gönlüne ve vatanına kavuşuyor.” buyurdular.
Kemal Efendi Hazretleri beyan ettiği bu rivayetin;“Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca Mustafa Paşa semtinde türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz.Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi.
İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp-el Ensari Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de soralım: ‘Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa semtindeki türbelerine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak Eyüp-el Ensari Hazretleri ile geldiler.’
Ayrıca Muaviye, devletin başına emir olunca, Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir karısıydın, Hasan’ı öldürürsen, seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’ diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu kadın kocası Hz. Hasanı öldürdü diyerek, onu da öldürttü.
Hz. Hüseyin,            Muaviye'nin oğlu Yezid’i veliaht emir ilan etmesine itiraz ederek, abisi Hz. Hasan ileMuaviye arasında yapılan anlaşmanın gereğine uyulup şurayı, yani seçici meclisi kurmalarını ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki gibi, seçici meclisin kararına uyularak ehil olanı seçelim, meclis kimi seçerse onu devletin başı, yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten Muaviye’yle Hz. Hasan, Muaviye’den sonra şurayı / meclisi toplayarak meclisin seçtiği kimsenin devletin başına getirilmesi şartıyla antlaştığı için, Hz. Hasan devlet başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz. Hüseyin bu antlaşmaya uyulmasını ifade ederek, Yezid’in bir oldubitti ile ilan edilen emirliğini, padişahlığını tanımadı kabul etmedi.
     Bunun üzerine küfe tarafındaki halk, Hz.Hüseyin’i devletin başına ehil olanı seçmek için kurulan seçici meclise başkanlık yapmaya, can emniyetlerini sağlayacaklarını da taahhüt ederek küfe şehrine davet ettiler. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, bütün çoluk çocuk kadınlardan oluşan Ehl-i Beyt ve maiyeti ile hep beraber, Medine’den Kufe’ye doğru yola çıktılar.
Bazıları, Hz.Hüseyin’in ‘halife yani emir-el müminin olmak için yola çıktığını’ söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Eğer dava halifelik, emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin tartışmadan kolayca Emir-el Mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarlaHz. Hüseyin’in ehl-i beyt’in davası; meclisi toplayıp, meclisin kararıyla kuranın açık emri olan emanetin layık olana, ehline verilmesi (Nisa, 58) davasıdır.
İşte bu meclisi toplamak için Medine’den Küfe’ye doğru yola çıkan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Kerbelâ mevkiine gelince Yezid'in adamları tarafından kuşatıldılar. Ve Hz. Hüseyin: “Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın seçici şurayı yani meclisi toplamak için Kufe’ye gidelim,” dedi. ‘Olmaz.’ dediler. Hz. Hüseyin “Peki, geri Medine'ye dönelim” dedi. Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz. Hüseyin: “Peki bizden ne istiyorsunuz?”dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etmenizi, Yezid’in emirliğini, padişahlığını tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya Yezid’e biat, ya da ölüm.’ dediler.
Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve halen vermektedir.
     Bu itibarla kerbelâda feci bir şekilde işlenen cinayet ve katliam, bütün müminleri derinden üzüntüye sevketmiş olduğundan, manevi ehl-i beyt / evlad-ı Resul olan Malik Efendi hem soyca hemde manevi Ehl-i Beyt olan Hz. Hüseyin’i imam ve önder kabul edip, Şah Hüseyin ağlamaktır karımız diyerek üzüntüsünü beyan ediyor. Ve devamla(iki) cihanda çünkü oldur yârımız buyurmakla, ehli beyti severiz dünya ve ahirette ehlibeyt bizim dostumuz ve yârimizdir diyor. Çünkü “De ki, ben buna karşılık sizden yakın akrabamı / ehlibeytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura, 23) Kur’an beyanı gereğince cümle ehli irfan ve ehli kemâl, ehli beyti severler ve ehli beyt’in yâri ve dostudurler. Vesselam.

"Ene min Hüseyin" dedi serdarımız
Mustafa ile Hüseyin bir görürüz

Serdar:Komutan, önder, imam, "Ene min Hüseyin" hadisi şerif bayanı olup,“Ben Hüseyin’denim” demektir. Mustafa: Resulullah’ın (sav) ismi vasfıdır. Mustafa, fenafillâh ile gayrıyetten kurtularak bekabillâh ile durula durula nübuvet ruhaniyetiyle kazanılan safiyetin sırrını remzeder. Buna göre, “Hüseyni ene min ene min Hüseyin / Hüseyin benden ben hüseyindenim” Hadis-i şerifine işaretle, cümle ehli kemâlin ve peygamberlerin serdarı olan Hz. Resulullah’ın “Ben Hüseyin’denim” buyruğu gereğince, Peygamber Efendimiz’in Mustafa ismi sırrındaki hikmeti ve Hüseyn’i ayrı görmeyiz bir görürüz, buyruluyor.
Hz.Resulullah’ın “Ben Hüseyindenim” beyanı, Hüseyin de gözüken ahlak, tabiat, ruhaniyet ve marifet, benim ahlak, tabiat, ruhaniyet ve marifetimdir demektir. Ki bu beyanıyla peygamber efendimiz, Hz. Hüseyinin manevi ehl-i beyt olduğunu da ifade ediyor. Çünkü Hz. Hüseyin Resulullah’ın torunu olduğu için soyca da ehli beyttir. Bu itibarla Hz. Hüseyin hem soyca hemde manevi ehli beyt olan ve fenafillâh keşfi irfanıyla gayrıyetten kurtulmuş, bekabillâh kemalatı ve nubuvet ruhaniyeti arınmışlığını remze-den, Mustafa sırrına mazhar olan seçkinlerindendir.
      Bunu beyanla, cümle peygamberlerin ve ehl-i kemâlin serdarı olan Hz. Resulullah Efendimiz’in; Ben Hüseyin’denim” dediği Hz. Hüseyini, nübüvvet ruhaniyeti arınmışlığı ve safiyetini remzeden Mustafa ismi hikmetinden ayrı değil, bir görürüz deniliyor.   

Tâ ezelden bu sırra beli deriz
Bunu inkâr eyleyen lanetleriz

Beli: Evet demektir. Manevi Ehl-i Beyt, Hz. Resulullah ile herhangi bir soy, kan yakınlığı ve akrabalığı olmadığı halde, Nur-u Muhammed’e (sav) mazhar olanlardır. Ki bunu beyanla Peygamber Efendimiz; “Allah beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı.” buyurmuştur. Bu yaratılma cümle müminleri kapsadığı gibi, meslek-i Resul seyr-i süluku ile hâsıl olan Nur-u Muhammed mazharıyetiyle kulun, hakiki / gerçek müminliğe ulaşıp, insanı kâmil olmasıdır.
      Bunu ifadeyle Hz. Peygamber Efendimiz;“Selman benim Ehl-i Beyt'imdir” demiştir. Ki, Selman-ı Farisi’nin Hz. Resulallah Efedimiz ile soyca herhangi bir yakınlığı, akrabalığı yoktu. Çünkü kendisi Farisi, yani İranlı idi. Ve Selman gibi soyca herhangi bir akrabalığı olmadığı halde Peygamber Efendimiz’in “Ehl-i Beyt’imdir” dediği başka sahabeler de vardı ki, bunlar özellikle Ashab-ı Suffa içinden idiler.
      Manevi Ehl-i Beyt / evlad-ı Resul, Nur’u Muhammed’in mazharı olan her zamanın insanı kâmil velileridir. Bunlar, Hz. Peygamber efendimizin unsur bedenle bu âlemde zuhur etmesinden evvel de vardılar, sonra da olmuşturlar, halen de var ve mevcut olup, kıyamete kadar da bu âlemde var olacaklardır. Bunu ifadeyle Kur’an’da; ''Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar inkârcılara karşı çetin, aşılmazdırlar. Kendi aralarında ve müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde ve rûkû ederler. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk isterler. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil'de ise ekin filizi… ile misallendirdik...'' (Fetih,29) buyrulur. Ki Nur-u Muhammed mazharı manevi evlad-ı Resul’un, Hz. Peygamberin unsur bedenle bu âleme teşrif etmesinden evvel de mevcut olduğundan ayetteki, Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil’de ise ekin filizi… misallendirdik.”beyanı, o zamanki manevi evlad-ı Resulü ifade eder.Ki Tevrat, Hz. Resulullah’ın unsur bedenle bu âlemdeki zuhurundan yüzyıllarca evvel Hz.Musa’ya, İncil ise Hz. İsa’ya vahiy olmuştur.
Cümle peygamber ve veliler, zamanlarında Nur-u Muhammed mazhariyetiyle tebliğ ve irşadda bulunmuşlardır. Ki evlad-ı Resul olan insanı kâmil velilerin, velayet yoluyla olan tebliğ ve irşadları tüm zamanlarda olduğu gibi, halen devam etmektedir ve kıyamete kadar devam edecektir.
Hz. Resulullah Efendimiz, rüyasında emevi soyunun, yani Muaviye zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine bevlettiğini / işeyerek pislettiğini gördü.Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o secereyi de / soyu da insanları deneme / imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra,60) ayeti inzal oldu. Resulullah Efendimiz’in bu rüyası, vahiyle tabir edilerek, rüyada gördüğünün “lanetlenmiş birsoy / secereolduğu Cenab-ı Hak tarafından beyan edilmiştir. Ki ayetteki arapça olan “şeceratel mel’unete” ifadesi, tefsirciler tarafından genellikle lanetlenmiş ağaç olarak yorumlansa da, lanetlenmiş şecere, soy, sülale, zürriyet anlamlarına da gelir. Bunu ifadeyle bu ayet inzal olduğunda Hz. resulullah gördüğü rüyayı sadece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e anlatıp, onlara “bu rüyadan sakın hiç kimseye bahsetmeyin” diyor. Fakat Hz. Ayşe validemiz emevi soyundan, yani Muaviye’nin aşiretine mensup kadınlarla tartışırken; “sizi lanetlisiniz Hakkınızda ayet indi” dediğinde ortalık karışıyor. Ve Hz. Resulullah Ebu Bekir ve Ömer Hazeratlarını çağırıp “Ben size tembih ettiğim halde neden Ayşe’ye behsettiniz” dediğinde her ikisi de, Hz. Ayşe’ye bahsetmediklerini söylüyorlar. Bunu üzerine Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ayşe’ye nereden öğrendiğini sorduğunda Hz. Ayşe; “ben inzal olan ayetin manayı hikmetinden emevi zürriyetinin soyunun kastedildiğini kendim anladım” diyor.
      Bu itibarla Cenab-ı Hakk’ın Kur’an’daki bu ayet beyanı icabınca cümle ehl-i kemal; Muaviye’ye, Yezid’e ve onların zürriyetlerine yani o misyonu devam ettirenlere lanet ederler. Bizler de Muaviye ve Yezide lanet ettiğimiz gibi, bugün dahi bunların misyonunu devam ettirenlere lanet edip, onların hile ve şerrinden Allah’a sığınırız.
      İşte Malik Efendi Hazretleri; ta ezelden bu sırra, yani nur-u Muhammed mazharıyetiyle Ehl-i Beyt’in / evlad-ı Resul’ün tüm zamanlarda ve bu gün yaptığı tebliğ ve irşad ile aydınlanma sırrına biz, beli (evet) deriz ve bu irşad ile aydınlanırız. Evlad-ı Resul olan insanı kâmil velilerde zahir olup açığa çıkan bu sırrın irşadını engelleyenleri, gaflet ve cehaletle kabul etmeyip inkâr eyleyenleri ise lânetleriz, diyor.<<<

Ehl-i aba beş hurufdur şüphesiz
İsm-i Celâlde bu virdi kılarız

Ehl-i aba: Hazreti Peygamber’in örtüsü / abası altında olanlardır,Beş huruf: Beş harf, anlamında olup beş harf, ehl-i aba olan beş kişiyi ifade eder. Bunlar, 1- Hz.Muhammed (s.a.v)  2- Hz.Ali 3- Hz.Fatma 4- Hz.Hasan5- Hz. Hüseyin’dir. İsmi Celâl: Allah ismi, Vird: Ahval, tavır, davranış demektir.
      Hıristiyan rahipler, Hz. Resûlullah’ı yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine vahiy geldi ve “De ki; oğullarınızı ve oğullarımızı, kadınlarınızı ve kadınlarımızı, kendinizi ve kendimizi alıp meydana çıkalım. Kim yalancı ise lanetleşelim/Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun diyelim.” (Âl-i İmrân,61) buyruldu. Bu âyet vahyedilince Hz.Peygamber Efendimiz Hz.Ali, Hz.Fatma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i alıp hep beraber beş kişi Hıristiyan rahiplerle lanetleşmek için meydana çıktılar. Fakat Hıristiyan rahipler korktular ve lanetleşmek için meydana çıkmadılar. Bunun üzerine Hz.Peygamber Efendimiz abasını / örtüsünü sırtından çıkararak Hz.Ali, Hz.Fatma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’i örterek,“Benim Ehl-i Beyt’im / Ev halkım bunlardır.” dedi.
Bu itibarla beş huruf olan ehl-i aba, Hz.Peygamber’in yüce abası / örtüsü altındaki Ehl-i Beyti’tir. Ki ehl-i aba olan bu beş kişi “Pençe-i Al-i Aba veya hamse-i Al-i aba ” olarak da ifade edilir.
Manev-i Ehl-i Beyt’te Nur-u Muhammed aba’sı / örtüsü ile örtündüğünden, ehl-i aba’dır. Ki, bu Nur-u Muhammed aba’sı altına girebilmek için ism-i Celâl olan Allah zikr-i daim uyanıklığı ve meratibi ilâhi müşahadesiyle hâsıl olan marifetullah gerekir. Çünkü ismi Celâl yakıcı olduğundan, kul’un gönlündeki / kalbindeki Allah’tan başka herbir şeyin muhabbetini yakıp yok ederek, Allah’ı makamlarında müşahade merifet ve kemalatı olan Muhammed-i kulluğuna insanı ulaştırır.
      Bunu ifadeyle Nur-u Muhammed abası (örtüsü) ile örtünmüş manevi Ehl-i Beyt / evlad-ı Resul arasına dâhil olarak, her nefeste zikrettiğimiz İsm-i Celâl olan Allah’ı makamlarında müşahade, kemali marifet kulluk virdini kılarız(yaparız), buyruluyor.     

Hilmi 'ya bu sırrı biz faş kılmayız
Beş içinde beş durur dört görürüz

      Tabiat ve unsur âleminin aslını hava, su, toprak ve ateş olan dört asıl’ın karışımı(terkibi) oluşturur. Ve bu âlemdeki cümle varlıkların ve insanların suret ve bedenleri, bu dört asıl’ın terkibi / karışımıyla var olup gözükür. Mana âlemlerini ve manevi vücudu ise hafa, ruh, nefs, kalp ve sır olan beş haslet oluşturur. Ki bu beş haslet meratibi tevhid olan Cenab-ı Hakk’ın makamlarının mahiyetidir. Ve bu makamların mahiyeti, tüm zamanlarda unsur bedenle yeryüzünde insanları irşad eden Ehl-i Beyt’in / evlad-ı Resul’un irşad ve tebliğinde mevcuttur. 
      Bu itibarlabeş içinde beş durur dört görürüz demek, Hz. Resulullah ile beraber pençe-i âli aba olan beş kişinin marifet ve ruhaniyetini hafa, ruh, nefs, kalp ve sır olan manevi vücudun beş hasletin kemalâtı oluştuduğundan. Aba / örtü altındaki beş kişinin mazhar olduğu manevi vücudun beş hasletini biz, dört terkip / karışımdan ibaret bedeni / suretiyle bu âlemde tüm zamanlarda mevcut olan manevi evlad-ı Resul’un / Ehl-i Beyt’in telkin ve irşadında görürüz, demektir. Ki bu irşada mazhar ve manevi Ehl-i Beyt / evlad-ı Resul olan Malik Efendi; Hilmi lakabı ile bu sırrı faş kılmayız diyerek, evlad-ı Resul’un irşadında mevcut olan manevi vücudun beş hasletinin sırrını, ehil olanlardan başkasına açıp ifşa etmeyiz diyor.
Çünkü Pir Seyyid Muhammed Nur Hz; “Sırr-ı ilâhiyi na ehle (ehil olmayana) faş etmek pek fenadır, kötüdür ki; süreti katiyette cezaya müstehak olur. Şeriattaki sirkât cezası (hırsızın elini kesme cezası) gibi cezalanır ve onun tevhidden eli kesilir” buyurmuştur. Allahuâlem.


Hiç yorum yok: